Bu Blogda Ara

23 Ekim 2012 Salı

MANASTIR'DAYIZ

Selanik'teki son günümüzde, saat 22.00 gibi otele döndük. Gün yorucu geçmişti. Hemen yatıp, dinlenmeliydik. Çünkü ertesi gün Makedonya'ya doğru yola çıkacaktık.

4 Temmuz sabahı erken uyandık. Kahvaltıdan sonra bavulları otomobile indirdik. Arabayı yine halka açık parka bırakmıştık. Otomobilin etrafında şöyle bir dolandım. Vukuat yoktu. Derin bir nefes aldım. Navigasyonumuza Manastır (Bitola) yazdık ve bastık gaza. Niki kapısına ulaştık. Hem Yunan polisinden, hem de Makedon polisi ve gümrüğünden çok kolay geçtik. Makedonya sınırındaki görevliler pasaportlarımıza bakmadılar bile. Kapıdaki döviz bürosunda 150 Avro bozdurduk. 1 Avro 61 Denari idi. Elimize bir tomar para tutuşturdular. Eski günler aklıma geldi doğal olarak. Doğrudan Manastır'a (Bitola) yöneldik.


-POLİS OTOMOBİLİMİZE ESKORTLUK YAPTI-


Şehir merkezinde ara sokaklarda kısa bir tur attık. Amacımız, ilk olarak Mustafa Kemal'in askeri eğitim aldığı Askeri İdadi binasını bulmaktı. Yol kenarına park etmiş iki polis memurunun ayakta sohbet ettiklerini görünce yanlarına gittik ve idadi binasını sordular. Cevapları kısa ve net oldu.

-''Bizi takip edin''

Hemen arabaya atladılar ve yola koyuldular, biz de peşlerinden. Atamızın öğrenim gördüğü okula polis eskortu eşliğinde ulaştık. Binanın önüne geldiğimizde gösterdiler ve iyi günler dilediler. Teşekkür ettik. Binanın karşısındaki otoparka otomobili koyduk. Döndüğümüzde camları kapatmadığımızı fark ettik. Telaş ve panikle otomobilin içini kontrol ettik. Her şey yerli yerindeydi.

5 Ekim 2012 Cuma




KARAVANLA YUNANİSTAN TURU (EYLÜL 2012)



GİRİŞ


Yıllardır hayalimizdeki karavana (Camper) 10 Haziran 2012'de kavuştuk. Bir kaç yurt içi ve Antalya çevresi seyahatin ardından Camper'imizi 2 Eylül-16 Eylül 2012 tarihleri arasında kullandık. 15 günlük gezinin 4 günü yurt içi, 11 günü de Yunanistan'da geçti. Bu geziye eşim Gül ve 16 yaşındaki oğlum Ahmet Yiğit ile birlikte çıktık. Eşim seyahat anında copilot, (kırmızı ışık yanıyor, biraz yavaş git, burada hız sınırı 50 km, ileriden sağa döneceğiz) gibi komutları verdi, konaklamalarda ise 'Karavan hanımı' (Ev hanımı yerine) görevini üstlenerek bize yemekler hazırladı, karavanın iç düzeninden sorumlu oldu. Geziye binbir nazla katılan Ahmet Yiğit ise bize hem can yoldaşı oldu hem de mükemmel İngilizcesi ile tercümanlık yaptı. Antalya'dan çıkıp, Çanakkale-Eceabat-İpsala çıkışlı yolculuğumuz 4 bin 460 kilometrenin sonunda, İpsala-İstanbul-Antalya güzergahıyla son buldu. 16 Eylül akşamı Antalya'ya döndük ama ben 17 Eylül sabahı işe başlamak zorundaydım. Sizlere geziyle ilgili notlar yazıp, bazı fotoğrafları paylaşacağım. Ancak bunun için biraz sabırlı olmanız gerekebilir. İş yoğunluğundan fırsat buldukça yazıp, fotoğraf yükleyeceğim. Bu arada, siz de sorularınız, önerileriniz, görüşlerinizle yazılarıma yön verebilirsiniz. Böylece en çok merak edilen konuları (Eğer bilebiliyorsam) yanıtlamış olurum. Bu yazının bir amacı da daha önce otomobille, karavanla yurt dışı seyahati yapmamış olanları özendirme ve bilgilendirme amaçlı olacaktır. Bu bölümde size gezdiğim rotanın Google Maps'ten haritasını vereceğim. Haritada bazı değişiklikler olabilir. Çünkü bazı rotalarda otoyol yerine eski devlet yolunu ya da köy yollarını kullandık. Yeri geldiğinde bu rotalarla ilgili bilgi-harita vermeye çalışırım. Gezimiz bitti ama gerçekten yüreğimiz Ege'nin öteki yakasında kaldı. Gezimiz boyunca Yunan halkından hep dostluk, ilgi gördük. Konukseverlikleri için komşularımıza teşekkür ediyorum. 


***


Gitmek özgürlüktür” diye okumuştum bir yerlerde. Gidebiliyorsanız özgürsünüz manasında. Elbette bir yerlere gitmelerine, bulundukları yerlerden ayrılmalarına izin verilmeyenler özgür sayılmazlar. Özgürlük tutkusudur insanı seyahat ettiren. Gidebilenler özgür, gidemeyenler tutsak. Hayatın tutsağı. 


Hep gitmeyi arzuladım. Taa küçüklükten beri. Bu konudaki ilk travmamı da ailemin İzmir gezisine beni götürmeyişiyle yaşadığımı anımsıyorum. 10 yaşlarındaydım. Annem, babam, ablam, kardeşim Ali Antalya’dan İzmir’e gitti. Amaç hem o zamanlar çok ünlü olan İzmir Fuarı’nı, hem yıllardır görüşemedikleri annemin İzmir’deki akrabalarını ziyaret etmekti. Oradan da İstanbul’a geçeceklerdi. Ablamın nişanlısı İstanbul’da askerdi. Asker ziyareti yapılacaktı. 


1960'ların sonu ailem. En büyüğüğümüz Enver abim karede yok, en küçüğümüz Pervin henüz doğmamış. Peki bilin bakalım, bu çocuklardan hangisi benim.
Geniş aileyiz. 1970’lerin hemen başı. İmkanlar dar. Ailenin tüm fertlerinin seyahate götürülmesi imkansız. Benim büyüğüm olan ağabeyimle beni, babamın kalfası ve kiracımız Başaran Abi’ye emanet ettiler. İzmir’e gitmek üzere taksiye bindiklerinde, taksinin ardından ağlaya, hıçkıra taş attığımı anımsıyorum. Travmayı atlattım elbette. Çocuktum. Çabuk unutuluyor, hele de seyahate gidenler, dönüşlerinde gönül almak için hediyeler getirmişlerse. Öyle de oldu. 

Antalya 1980’lerin ortasına kadar küçük bir kıyı kentiydi. İçine kapanık bir kıyı kenti. Turizm sayesinde (Ya da ‘yüzünden’ demek gerekir) büyüdü, obezleşti, betonlaştı, kocaman bir kent haline geldi. Bu küçük kentten ilk çıkışım üniversite eğitimim için 1979’da Ankara’ya gitmek üzere oldu. 1979’da gittiğim Ankara gördüğüm ilk büyük kentti. Sanırım o zamanlar nüfusu 2,5 milyon olan Ankara ve gökdelenler beni hayrete düşürmüştü. 



1970'lerde Antalya Atatürk Caddesi

Nedendir bilmem (Aslında bildiğim neden) gidenler, gidebilenlere hep imrenerek bakmışımdır. Çocukluğumun Antalya’sında otogar şehrin tam göbeğindeydi. Evimize 1-2 kilometre mesafedeki otobüsler Şarampol Caddesi’den geçerek Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Eskişehir istikametine giderdi. Garajdan çıkan her otobüsün arkasından özlemle bakmışımdır hep. Garajın çıkış kapısında dikilip giden otobüslerin arkasından bakmayı sevmişimdir. 50 yaşına geldim şimdi de evimin balkonundan ya da işyerimin penceresinden inen-kalkan uçaklara bakmak, uçak saymak hoşuma gider.



1960'larda Antalya Otogarı
Dedim ya… Gitmeyi çok seviyorum. Bu sevgi belki de gidememekten kaynaklandı. Antalya’dan ilk çıkışım üniversite eğitimi için 17 yaşındayken Ankara yolculuğuyla başladı. İlk yurt dışı seyahatime ise 40 yaşında çıkabildim. Çıkış o çıkış, 10 yılda onlarca ülke, kent, kasaba, köy gördüm. Doğu’da Seul (Güney Kore), batıda Jamaika gördüklerim arasında. Çok şükür ki, emperyalist güçler Suriye’yi karıştırmadan önce Halep ve Şam’ı görme fırsatı yakaladım.  Avrupa’nın ise neredeyse yarıdan fazlasını gördüm. 

Çocukluğumda tır şoförü olmak istemişimdir hep. Tır şoförleri hep uzaklara gidiyorlardı. Ne maceralar yaşıyorlardır kimbilir. Yaşım 50 gazetecilikten emekli oldum (Gerçi yine çalışıyorum ya…)  Bugün deseler ki, tır şoförlüğü yapar mısın? Seve seve yaparım. İlk gençlik yıllarımda sinemada bir film izlemiştim. Tır filolarının macerası. Tır şoförleri, polis arabalarını sıkıştırıyor, binbir atraksiyon falan. Sanırım bu film de tır şoförü olma hevesimi kamçılamıştır. 


Ah bu tırın şoför mahallinde ben olaydım

Tır şoförü olamadım. 1980 öncesi politik ortamın etkisiyle hukukçu ya da gazeteci olmayı kafama koydum. Ya hukuk yoluyla ya da gazetecilik yapıp, gerçeklerin peşinde koşarak memleketi kurtarma sevdasındaydım. Gazetecilik okudum. Tamam. Memleketi kurtaramadım ama bu meslek sayesinde çocuklarımı yetiştirdim ve seyahat etme olanakları yakaladım. 

Konuyu dağıtmadan karavanla seyahat meselesine geleceğim elbet. Ama seyahat ve gitmek hevesimin kaynağında yatanları da atlamak istemedim.

Size karavanımı (Camper) da kısaca tanıtayım. 2006 model Mercedes Sprinter 413 Saly Karavan'da benden önceki sahibi tarafından yaptırılmış. 3 kişilik karavanda Solar enerji sistemi mevcut. 2 adet 100'er amperlik yaşam aküsü, 1 adet 100 amperlik araç aküsü mevcut. Arkası çift teker. 150 Litre temiz, 150 litre pis su deposu var. Büro tipi buzdolabı gayet iyi çalışıyor ama sanıyorum çok fazla enerji tüketiyor.  Yola çıkmadan önce alarm, geri görüş kamerası ve navigasyon taktırdım. Alarm sistemi başıma bela oldu. Zırt pırt öterek huzurumuzu kaçırdı. Ama geri görüş kamerası ve 2012 güncellenmiş navigasyon çok işime yaradı.

Aşağıda fotoğraflarını da görebilirsiniz. Yunanistan turu sırasında tek kişilik yatak olabilen yemek masası,  oturma grubunu hiç açmadık. Yemeklerimizi karavan dışında portatif masada yedik. Oğlumuz yolculuk boyunca kah yatarak (çoğu zaman yatarak) kah oturarak seyahat etti. Mutfak tezgahına açılır kapanır bir ilave yaptırdık. Fotoğraflar zaten size fikir verecektir.




Yemek masası da olabilin tek kişilik yatak

Mutfak

Tuvalet/banyo

Çift kişilik yatak

Karavanımız

***

“Gitmek” tutkuma eşim de ortak olunca bize yollar gözüktü elbette. İlk yurt dışı seyahatimizi 2002’de yaptık. Antalya’dan uçakla Berlin’e, oradan trenle Bremen, daha sonra yine trenle Köln, oradan otomobille Mülheim an der Ruhr, oradan otobüs turlarıyla önce Paris, ardından Amsterdam, Mülheim an der Ruhr’a dönüşten sonra trenle Berlin ve uçakla Antalya’ya dönüş. 


Paris'te aşk başkadır

Ahmet Yiğit'in Eyfel manzaralı havuz sefası


Notre Dame Kilisesi

Eyfel


Paris


Bu gezi bizi bırakın kesmeyi, yeniden geziye çıkmak için daha da ateşlendirdi. 2006’da bu kez otomobille Avrupa turuna çıkma sevdasına kapıldık. Her şeyi planlayıp, programlarken, ehliyetime polis el koydu. Oysa benim hiç kabahatim yoktu. Tüm kabahat içtiğim birkaç bira şişesindeydi. Onların cezasını ben ve otomobille Avrupa hülyalarına dalan eşim ve çocuklar çekti.

Neyse, bu durum bizi yıldırmadı. Yine de gitmeliydik.. Hemen plan, program değişikliğine gittik. Uçak biletleri alındı. Antalya’dan uçakla İsviçre Basel, oradan trenle Paris, Paris’ten uçakla Roma, Roma’dan trenle Napoli’ye gidiş-dönüş, Roma’dan yine trenle Floransa ve Pisa, oradan trenle Venedik, Venedik’ten bir kez daha tren bu kez Budapeşte, Viyana, Prag ve Münih’ten uçakla Antalya’ya dönüş. 21 gün sürdü. Her şey harikaydı.


Napoli'deyiz

Napoli Kalesi


Napoli Kalesi

Pompei sokakları

Pompei


Floransa

Floransa'da ünlü Ponte Vecchio Köprüsü


Ponte Vecchio (Türkçe anlamı "Eski Köprü"dür.)Arno Nehri üzerinde bulunan, Floransa'nın en meşhur köprüsüdür. Nehrin en dar kısmında yer alan Ponte Vecchio 14. yüzyılda tamamlanmıştır. Köprünün üzerinde çok sayıda hediyelik eşya dükkânı vb. diğer küçük dükkânlar bulunmaktadır. Benzeri Bursa'da Irgandı Köprüsü'dür.
II. Dünya Savaşı sırasında bir köprüler şehri olan Floransa'nın tüm köprüleri Almanlar tarafıdan bombalanarak yıkıldığı halde, bu köprü bombalanmamıştır. (Kaynak: Vikipedi)



Yıl 2006. Roma'da İsrail'i protesto, Filistin'e destek gösterisi

“E. Artık tamam. Seyahate doydunuz” diyenler yanıldı tabii ki. Evliya Çelebi’nin “Şefaat Ya Resulallah” diyecekken yanlışlıkla ağzından “Seyahat Ya Resulallah” çıkıverdiğini, bu yüzden Çelebi’nin yıllar yıllar süren seyahatlere çıktığı söylenir. Bizimkisi yanlışlıkla falan olmadı, hep “seyahat de seyahat” diye tutturduk, durduk. Hukukçular bilir, “bilinçli taksir” yani bizimkisi. Tabii bu arada ben kimi iş kimi de iş-hobi amaçlı gezilerime devam ettim. Size yalnızca ailece çıktıklarımı yazıyorum.

İçimizde uhde kalmıştı otomobille seyahat. Mutlaka gerçekleştirmeliydik. Plan program yapmaya, harita bakmalara yoğunlaştık ve 2009 yaz ayları için planımızı yaptık. Bu kez tedbirliydim. Geziden epey bir önce, eğer otomobil kullanacaksam, ağzıma bir gram alkol almamalıyım diye kendime söz verdim ve uyguladım. Ehliyeti bir kez daha kaptırmanın ne alemi var. Piyasaya navigasyon cihazları da çıkmış. Kağıt haritalarla uğraşmaya da hacet yok. Renault Megan'ın üstüne bir de port bagaj taktırdık. İçine çadır, uyku tulumu falan koyup çıktık yola. 


2009'daki gezimizde Salzburg'ta kaldığımız kamping.

Reneult'umla Avrupa yollarını fethetmiştik. 


Bizi Avrupa'da gezdiren Renault'umuz. Karavanı aldığımız gün sattık.


Antalya, Bursa, İstanbul, Malkara derken kendimizi İpsala Sınır Kapısı’nda buluverdik. Dedeağaç, Komotini (Gümülcine), Kavala, Selanik, Bitola (Manastır),  Resne, Ohrid, Struga, Üsküp, Prizren, Priştina, Budva, Kotor, Dubrovnik, Ljubljana, Salzburg, Münih, Frankfurt, Köln; dönüşte Pilsen, Prag, Budapeşte, Belgrad, Üsküp, Selanik, Dedeağaç, Çanakkale, İzmir ve Antalya. Tam 24 gün sürdü. Sınırdan sınıra 7 bin 200 kilometre yol yaptık. Yine her şey harikaydı. Bu geziyle ilgili olarak bir blog açtım, yazmaya başladım ama o zamanki iş yoğunluğundan yarım bıraktım.

Lafı uzattıkça uzattığımın farkındayım. Karavanımızla 2012 Eylül’ünde yaptığımız geziyi anlatacağım ama lafı eveleyip gevelemenin manası yok tabii. Çok az daha müsaade lütfen!

***


Yunanistan turu için iznim 15 gün. Bunun 4 günü Antalya'dan İpsala'ya, dönüşte de İpsala'dan Antalya'ya ulaşmak için geçti. Yunanistan'da 11 gece, 12 gündüz kaldık. 4 gün çeşitli kampinglerde, 7 gün ise kamping dışı konakladık. 1 Eylül Cumartesi, mesaiden biraz erken çıktım. Amacım, İpsala yolunu yarılamak olmasa bile Denizli ya da İzmir civarına kadar ulaşmaktı. Saat 17.00 gibi hazırlıkları tamamlayarak yola koyulduk. İzmir'e 70-80 kilometre kala, otoyol kenarındaki otoparka girdik. Saat 01.00'e geliyordu. Eşim, "Yeterince yoruldun. Artık burada mola verelim. Dinlen. Yola sabah devam ederiz" deyince el mahkum, mola verdik. Gürültüden ve ışık kirliliğinden uzak durmak için otoparkın uzak bir köşesine parkettim. Yanımda da İsviçre plakalı bir gurbetçiye ait cip duruyor, içindekiler uyuyordu. Hemen yatağa attık kendimizi. Daha uyumaya fırsat bulamadan konuşma sesleri üzerine doğruldum, açık pencerenin perdesini aralayıp, kafamı uzattım. İki jandarma yanımızdaki gurbetçiye, otoparkın bu bölgesinin güvenli olmadığını, restoranın hemen bölümündeki ışıklı bölgeye gitmesini öneriyordu. Kafamı pencereden çıkardığım için bana da aynı uyarılarda bulundular. Hırsızlar kol geziyormuş. Araç içinde insanlar uyurken, taşla camı patlatıp, değerli ne bulurlarsa alıp kaçıyorlarmış. Uyarıyı dinleyip, ışıklı bölgeye geçtik. Perdeleri sıkı sıkı kapatıp, uyuduk. Gürültü uyku kalitemizi bozsa da sabaha kadar dinlendik. Ertesi gün, İzmir'de arkadaş ziyaretinde olan kızımıza kısa bir ziyaret yaptıktan sonra Çanakkale'ye gitmek üzere tekrar marşa bastım. 




Antalya'dan Çanakkale'ye



KİLİTBAHİR’DE KUM MOTEL KAMPİNG

Altınoluk'taki yazlığında dinlenen eski bir dostu ziyaretin ardından önce Çanakkale, oradan feribotla Eceabat'a geçtik. Antalya'dan Fatih Bey'in (tifa) önerisiyle Kilitbahir'deki Kum Motel Kamping'e saat 22.00 civarında ulaştık. Resepsiyondaki genç bir delikanlı bize yer gösterdi. Ertesi sabah, kahvaltımızı yaptık, kampingi şöyle bir dolaştık, su ikmali yaptık. Kum Motel Kamping, gördüğüm en düzenli kampinglerin başında geldi.  Yeşili ve gölge için ağaçları yeterli. Çamaşırhane, tuvaletler temiz, karavanları yıkamak, su ikmali yapmak ve tuvalet tahliyeleri için uygun bölüm hazırlanmış. 

Kahvaltı için ekmeği kampingin restoranından satın alabileceğimiz söylendi. Eşimle restorandan ekmek alıp, karavana doğru yürürken, OH ile başlayan plakaları bulunan iki otomobilin Ohrid'ten gelmiş olabileceği konusunda yüksek sesle fikir yürütürken, bu otomobillerden birine binmek üzere hazırlık yapan bey, "Evet. Ohrid'ten geldik" dedi. Arnavut kökenli ama Türkçe biliyordu. 2009'de gittiğimiz ve çok beğendiğimiz Ohrid'ten söz etmeye başladık. Struga'da evlerinin bir odasını pansiyon olarak kiralayan Aydarce ailesinin evinde kalmıştık. Ayderce'lerden söz ettik. Onlar da Struga'da yaşıyormuş. Biraz düşününce hatırladı ve tanıdığını söyledi. Ayderce ailesine selam gönderdik.



İpsala Sınır Kapısı

İpsala'ya yaklaşıyoruz.


Az sonra memleketi terk edip, komşu topraklara ayak basacağız.



İPSALA’YA DOĞRU

Kum Motel Kamping’ten fazla gecikmeden yola çıkmak gerek. Ne de olsa İpsala Sınır Kapısı’na dek 1,5-2 saate yakın yolumuz var. Günü heba etmeyelim. Öğleye doğru sınırdaydık. 


Eceabat'tan İpsala'ya


Önceden alınmış Beynelmilel Ehliyeti, eşim Turing’in Antalya Şubesi’nde yeniletmiş, Yeşil Sigorta’yı yaptırmış, istemediklerini bilmemize rağmen bir de triptik belgesi hazırlatmıştı.  Dolayısıyla doğrudan polise gittik. Pasaportları kontrol eden polis memuru, “Karavanla daha çok yabancılar gelip geçiyor, Türk karavancılara pek rastlamıyorum” diyerek, tak tak tak mühürleri bastı. Gümrük’teki işlemlerimiz de birkaç dakika sürdü. Hemen ara bölgeye geçtik. Birkaç fotoğraf çekelim derken, bir Mehmetçik nöbet tuttuğu yerden yola doğru hamle yaparak, “Foto no… Foto no…” diye seslendi. Gül Hanım’dan hemen uyarı geldi:


-“Çekme böyle hassas yerlerde fotoğraf. Başımıza iş açacaksın.”

Uyarıyı dikkate aldık elbette.


Hoşbulduk Komşu...


Hoşçakal Türkiye !


Yunan nöbetçi askerleri, daha önceki gözlemlerimizdeki gibi yine gayet rahat. Hatta birisi oturmuş muhtemelen sevgilisiyle cep telefonundan konuşuyor. Yunan polisi de yeşil sigorta ve beynelmilel ehliyete bakıp, kısa sürede pasaportlarımızı mühürledi. Şu Beynelmilel Ehliyet işini kafam hala almıyor. Yunanistan’dan başka isteyen de yok. Gerçi Yunanistan’da polis durdurup ehliyet falan istemedi ama durdursaydı Beynelmilel Ehliyet yerine Türk ehliyetimi gösterip, tepkisi ölçecektim. Olmadı. 

Neyse, polisten sonra bu kez Yunan Gümrük Bürosu’nun önündeyim. Büroda kimse yok. Bakınırken birkaç metre ileride sandalyede bacak bacak üstüne atmış, keyfine bakan görevli, eliyle şöyle bir “geç” işareti yaptı. 



İpsala'dan önce Dedeağaç (Alexandroupolis), ardından Kavala.





YUNANİSTAN'DAYIZ

Artık Yunanistan’dayız. İlk hedef 2009’daki otomobille Avrupa seyahatimizde olduğu gibi Dedeağaç’a uğrayıp, frappe içmek, ardından Kavala’ya doğru yola çıkmak. Dedeağaç’a girdikten sonra şehrin sonuna doğru ilerleyip, sahil yoluna öyle indik. Sağdaki restoran ve kafelere bakıp, karavanı park edecek uygun bir yer ararken 60-65 yaşlarındaki lokantacı dükkanın önündeki menü panolarını kaldırıp yer açtı. Yanaşırken de lokantada yemek yiyen iki müşteriden biri Türkçe park etmemize yardımcı oldu. Edirne’de yaşayan Türk asıllı Yunan vatandaşının yanındaki masaya oturduk. Masadan masaya sohbet ettik. Çocuklarının eğitimi için Edirne’ye göç etmiş. Bu restorana sık sık balık yemeye gelirmiş.


“Burası hem Türkiye’ye yakın, hem deniz ürünleri çok güzel, hem de ucuz”

Biz de siparişimizi verdik. Ahtapot, karides, kalamar ve midye. Ardından da frappe. Hakikaten hepsi leziz ve fiyatı makuldü. Dönüşte tekrar uğrayıp, yemek kısmet olmadı.


Ahmet'in frappesi

Sahil turumuz.
Dedeağaç sahilinde kısa bir gezinti

Dedeağaç'ta heykeller


Dedeağaç'ın deniz feneri


Alexandrapolu'daki deniz feneri


Alexandrapoli'de (Dedeağaç) bir heykel

Yemekten sonra, sahildeki kordonda kısa bir gezinti yapacağımızı söyleyerek, karavanın restoranın önünde kalmasının sakıncası olup olmadığını sorduk. "Yok. Ancak saat 20.00'den önce gelin, o saatten sonra bu cadde araç trafiğine kapatılıp, yaya trafiğine açılıyor" dediler.

Zaten 40-45 dakika gezecektik. Gezdik, dolandık geldik. Heykellerin önünde fotoğraflar çektirdik. Heykeller kahramanlık öyküleri anlatıyordu. Muhtemelen, Türklere karşı kazandıkları(!) zaferlerde kahramanlık gösterenlerin heykelleriydi bunlar. 

Dedeağaç'tan Kavala'ya gitmek üzere tekrar marş marş... Bir süre otoyolda ilerledikten sonra sıkıldık ve köy yollarına saptık. Böylece Türk nüfusunun yoğun olduğu şehirlerden İskeçe'yi de şöyle bir görmüş olduk. Gördük dediysem, karavanla şehrin bir ucundan girdik, öte ucundan çıktık.  Yol boyunca yanında ya da içinden geçtiğimiz kimi köylerdeki camilere, minarelere bakarak, buraların Türk köyleri olduğunu anladık. Küçük köylerin her biri yeşil ve şirindi. Köy evleri, Anadolu'daki köy evlerinden daha güzel ve sağlam görünüyorlar. Tarlalarda güneş panelleri kurulmuş. Devasa paneller. Demek ki, biz hala konuşa dururken, komşularımız güneş enerjisinden elektrik üretmeye başlamışlar. 
Yunanistan'da güneş tarlaları...


Bu güneş panellerinden Yunanistan'ın çeşitli yerlerinde onlarca daha gördüm. Zülfü Livaneli'nin şarkısı takıldı dilimin ucuna. "


Seher yeli çık dağlara
Güneş topla benim için
Haber ilet dört diyara canım
Güneş topla benim için

Umutların arasından
Kirpiklerin karasından
Döşte bıçak yarasından canım
Güneş topla benim için

Seher yeli yar gözünden
Havadaki kuş izinden
Geceleyin gök yüzünden canım
Güneş topla benim için

Evet. Güneş'i toplamalı, biriktirmeli ve elektriğe dönüştürüp harcamalıydık. Dünyanın en büyük enerji kaynağının atıl tutulması mantık dışı. Hem böylece nükleerdir, HES'tir, yaşadığımız bölgeyi tehdit eden, kuraklaştıran enerji faaliyetlerine belki daha az yer verebiliriz.

***


Nerede kalmıştık? Güneş panellerinden söz ediyordum değil mi? Antalya'da da Büyükşehir Belediyesi, güneş enerjisinden maksimum düzeyde yararlanmayı özendirmek üzere örnek bir Güneşev yaptı. Cam Piramit'in içerisinde yer aldığı Atatürk Parkı da artık geceleri güneş enerjisinden elde edilen elektrikle aydınlatılıyor. Antalya gibi yılın 300 günü güneşli olan bir şehirde güneş enerjisinden yalnızca su ısıtmak amacıyla yararlanmak yeterli değil. Tarlalara güneş ekmeli, güneşi hasat etmeliyiz. Her geçen gün artan enerji ihtiyacını karşılamanın en önemli kaynaklarından birinin güneş olacağına inanıyorum. 


Güneş demişken.... Güneşin yararı kadar zararından da söz etmeliyim. Köy yollarından, İskeçe üzerinden Kavala'ya doğru ilerlerken vakit akşama yaklaştı. Doğudan batı istikametine gidiyoruz. Güneş iyice yattı. Gözümün içine içine geliyor. Siperlik, güneş gözlüğü falan hak getire... Neyse, kazasız, belasız Kavala'ya ulaştık. Şehrin girişinde, yine Antalya'dan Fatih Bey'in önerisi üzerine gireceğimiz Batis Kamping'i arıyoruz. Koordinatları girmek üzere sağa yanaşıp yol kenarına park ettiğimizde ne görelim? Yan taraf mezarlık. 

Ben ki, Türkiye'de bile mezarlıkta dolaşmayı, mezar taşlarındaki yazıları okumayı ilginç bulan biri olarak, duvardan içeri kafamı uzattım ki ne göreyim? Mezarlık ışıl ışıl. Her mezarın üzerinde mum yakmışlar. Mumları tutuşturmak için birilerinin her gün mezarlığa geldiğini düşünmek mantıksız. Bilmiyorum ne yapıyorlar, nasıl yakıyorlar. Keşke bunu öğrenebilseydim. Aynı şekilde ileride sözünü edeceğim, yol kenarlarında, trafik kazalarında ölen yakınlarının anısına koydukları küçük şapel mi, anıt mı demeliyim, o yapıların içerisinde de geceleri ışık yanıyor. Sanırım bezir yağı gibi bir kimyasal konuyor ki, ateş kısa sürede sönmüyor. 


KAMPİNG'TEKİ MİNİK MİSAFİRİMİZ: FIRT

Batis Kamping'e ulaştığımızda saat 19.00'u geçmişti. Resepsiyon'a baktık, kimse yok. Birilerine soralım dedik, kapıdaki genç çifte sorduk, onlar da görevli arıyordu. Daha önce mail gönderip, rezervasyon yaptırmıştım. Geleceğimi biliyorlardı. Ama hangi saatte geleceğimden elbette habersizlerdi. Ama mesaileri saat 19.00'da sona eriyormuş. Yapacak bir şey yok. Kampa girdik, kendimize bir yer bulduk. Burada daha çok çadır ve yerleşik karavancılar (kırmızı karavancılar mı deniyor?) var. Karavanı yerleştirdikten sonra, yüzme havuzu, restoran, bar, tuvalet, banyo nerede küçük bir keşfe çıktık ama karanlıkta yolumuzu kaybettik. Çadırda konaklayan 30-35 yaşlarındaki Yunan kadına sorduk. Yaşları birbirlerine çok yakın, en küçüğü 3 yaşlarındaki üç çocuğunu ve bizi peşine takarak, kampı gezdirdi. Önce kamp görevlisi sandık. Hani hem çalışıyor, hem orada kampta kalıyor olamaz mı? Değilmiş... Aynı Türkler gibi yol soran birine yardım etme duygusuyla, döndü, dolaştı bize her yeri gösterdi. Sağolsun. İnterneti de sorduk. Yalnızca barın oradan çekiyormuş. Bara gittik. İki bira söyledik. 33 mililiterilik 2 biraya 8 Euro ödedik. Ancak internete girmeyi başaramadık nedense. En iyisi karavana dönüp uyuyalım, dinlenelim dedik. Öyle de yaptık. Batis'te ve diğer kampinglerde şunu öğrendik. Neresi boşsa mutlaka oraya yakın bir tuvalet-banyo vardır. Batis'te uygun görüp park ettiğimiz yer de tuvalete yakındı. Koku sorunu çektik tabii. E bunu da öğrenmiş olduk. Acemi karavancıyız ne de olsa. 


Kavala'da Batis Kamping

Sabah oldu. Güzel bir uykunun ardından sıra geldi kahvaltıya. Gül Hanım, hemen bir şeyler hazırladı. Kahvaltımızın sonuna doğru minik bir misafirimiz geldi yanımıza. Küçük, kara çelimsiz bir kedi. Açtığımız ton konservesinin kokusu almış olacak. Ne yazık ki geldiğinde kahvaltının sonuydu ve balık tükenmişti. Mırıl mırıl dolaştı durdu etrafımızda. Boş balık konservesi kutusunu koyduk önüne. Balık artıklarını yalayıp, sildi süpürdü. Sonra da yan gelip yattı kerata. 
Batis Kamping'teki konuğumuz: FIRT


FIRT'ın oturma şekline de bakar mısınız?

Ahmet Yiğit'le hemen isim bulmaya çalıştık. Bir iki önermeden sonra benim önerim "FIRT" kabul gördü. Kampingden ayrılıncaya kadar, hep bizim yanımızda kaldı Fırt. Fırt'ı karavana alıp, gezimize ortak etmeyi dillendirdik, Gül Hanım'ın şiddetle karşı çıkacağını bile bile... Öyle de oldu. Biz de şaka yapmıştık zaten.

Gül Hanım, ortalığı toplarken, biz Ahmet Yiğit'le önce havuza gittik, keyfini çıkardık, ardından plaja inip güneşlendik. Dönüşte de hazırlanıp, Kavala'ya gidecektik. Resepsiyona uğrayıp, dün gece geldiğimizi ve çıkacağımızı söyledik. Görevli hanım, hemen hesap çıkarttı. Kişi başı 5, Camper için 8 Euro olmak üzere 23 Euro ödedik. Bu kampinge gitmek isteyenlere önerebiliriz. Çünkü hemen Kavala'nın yanı başında, hem de tüm olanakları mevcut. 


KAVALA'DAYIZ

Kavala'ya vardık. Camper'i, rıhtıma yakın, yol kenarına diklemesine park ettik. Biraz yürüyelim istedik ama Antalya'da taktırdığım alarm sistemi rahat, huzur vermedi. Yanından başka bir araç geçse zırt pırt bağırıyor. Döndüm kapıları bu kez manuel kilitledim. Döndük dolandık, amacımız ünlü Kavala kurabiyelerinin tadına bakmaktı. Şehir merkezine yakın ara sokakta bir fırın bulduk. Bir kutu (yarım kilo) kurabiye aldık. (4 Euro.) Hemen karşıdaki Carrefor'a girip, ufak tefek ihtiyaçlarımızı giderdik. İyi ki girmişiz. Burada hayatımda yediğim en etli ve lezzetli zeytinlerden bulduk. Bir kavanoz da içi bademli yeşil zeytin satın aldık. Zeytin Türkiye'ye göre biraz ucuz. En iyisi 6 Euro civarında. Seyahat boyunca bu zeytinleri tükettik. Dönüşte tekrar aynı mağazaya uğrayıp, 3-4 kilo zeytin ile 6 kavanoz hediyelik, içi bademli zeytin satın aldık. Karşıdaki fırından da dostlarımız, komşularımız için birer kutu Kavala kurabiyesi.



Kavala'da şehir içi tur yapan traktör ve römorku



Kavala-Rıhtımdan eski şehrin görüntüsü

Kavala-Rıhtımda gezinti

Kavala

Karavanın penceresinden Kavala'nın panoromik görüntüsü


ASPROVALTA ÜZERİ YENİ MUDANYA

Kavala'dan öğleden sonraya doğru ayrıldık. Bu kez hedef Nea Moudania (Yeni Mudanya.) Dağ yolunu tercih ettik. Agrios Prodromos-Vavdos yolunu takiben Yeni Mudanya'ya ulaştık.  Yaklaşık 750 metre rakıma kadar yükseldik. Kimi virajlarda birinci vitese inmek gerekti. Yol bazen köy içlerinden geçtiği için, köy içlerinde dar sokaklardan güçlükle geçip, kimi zaman da geri dönmek durumunda kaldık. Geçtiğimiz ormanlık alanın Katafigio Agrias Milli Parkı olduğunu ise sonradan anladım. Yeni Mudanya'ya varmadan 34 kilometre önce içinden geçtiğimiz Agios Prodromos Köyü'nde çok sayıda restoran vardı. Bir köy için bu kadar restoran fazla değil mi? Demek ki, Yeni Mudanya'dan, Selanik'den buraya yemeğe gelenler vardı.  



Kavala'dan Asprovalta üzeri Halkidiki Yarımadası'ndaki Nea Moudania, 


Güzel bir doğada, hoş bir yolculuktan sonra hava yeni kararmıştı ki, Yeni Mudanya'ya ulaştık. Şehir içinden geçip park yeri ararken, tam da deniz kenarında çok geniş bir otopark önümüze çıkıverdi. Camper'i, denize sıfır parkedip, dolanmaya çıktık. Aile Meclisi'ne, gidebileceğimiz en güzel kampingin bile, bu otoparktan daha güzel olamayacağını söyleyip, burada konaklamayı önerdim. Oybirliğiyle kabul gördü. Şehri gezip dolaştıktan sonra, karavana döndük. Pencereleri de açınca, denizden püfür püfür esen serin rüzgarın etkisiyle mışıl mışıl uyumuşuz. Sabah, portatif masa ve sandalyeleri çıkardık. Deniz kenarında harika bir kahvaltı yaptık.




Yeni Mudanya Sahili'nde kahvaltı


Yeni Mudanya Sahili'ndeki kamp dışı konaklama alanımız


Karavan'da kahvaltı hazırlığı




Yeni Mudanya'dayız.



Yeni Mudanya'daki yerimiz öyle güzeldi ki...


Karavanımızı tam da deniz kıyısına park etmişiz. ne güzel!

Yeni Mudanya (Nea Moudania) sokakları




Yeni Mudanya'daki kilise.

Güzel bir mimari yapısı olan kilise
Rıhtımın ucunda. denize sıfır noktasındayız.
***

Kahvaltının ardından yeniden şehir turu. Gittiğimiz, gördüğümüz şehirleri kayda geçirmek amacıyla aklıma, gittiğim her ülkenin bayrağının bir çıkartmasını karavanın kaportasına yapıştırmak geldi. Gül Hanım bunun yerine, gittiğimiz şehirlerin birer magnetini almayı önerdi. Elbette Gül Hanım'ın önerisi kabul gördü. Şehir turu esnasında bir hediyelik eşya dükkanına girdik. Manyetler arasında seçim yapmaya çalışırken, dükkan sahibi ya da tezgahtarı kadın nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuzu öğrenince, yaşlıca bir bey (Dükkanın asıl sahibi veya kadının babası olabilir) babasının Bursa Mudanya'dan geldiğini söyledi. İngilizce bilen yaşlı adamla Ahmet'in tercümanlığı aracılığıyla kısa ama hoş bir sohbet yaptık.

Mübadele döneminde, Türkiye'nin çeşitli yerlerinden Yunanistan'a göç edenler, Anadolu'da yaşadıkları şehrin, kasabanın adını Yunanistan'da iskan edildikleri yerlere vermiş. Yeni Mudanya (Nea Moudania) bunlardan biri. Burada, Mudanya'dan göç etmek durumunda kalanlar yaşıyor.  Yunanistanda 'Nea' ön adıyla başlayan bir çok küçük yerleşim birimi kurulmuş. 

ESKALİBRUS YA DA ASKOLİBRUS

Bir yıl kadar önce Çağan Irmak'ın "Dedemin İnsanları" filmini izlemiştim. Bir Ege kasabasında yaşayan çocuğun, dedesinin Girit'den göç etmek zorunda kalması ama kasabanın yerlilerinin kendilerine "gavur" diye hitap etmesi üzerine yaşadığı travma ve köklerini aramak için Girit'e seyahatini anlatan film. Çok etkileyiciydi. Antalya'da çocukluğumun, gençliğimin geçtiği mahalle de Girit göçmenlerinin yaşadığı "Giritli Mahallesi" idi. Bu mahalle, Şarampol semtinde Muratpaşa ve Üçgen mahallelerini kapsar, Kızılsaray Mahallesi de bu mahalleye komşudur. Ben, Giritliler'e, mahallemizde "gavur" gibi bakıldığına, dışlandıklarına tanık olmadım. Arkadaşlarımın çoğu Giritli çocuklarıydı. Giritlilerle içli-dışlı olmuştuk. O kadar ki, ağabeyim, ablam, küçük kardeşim hep Giritliler'le evlendi. Bir kaç Giritlice (Girit'te konuşulan Rumca) kelime hala hafızamda. Eşim bir orta Anadolu şehrinden olmasına rağmen, eltilerinden Girit ot yemeklerinden bir-ikisini öğrendi. Bizim evde severek yediğimiz bu yemeklerden biri Türkçe adıyla Şevketi Bostan Giritlice adıyla Askiribruz (Telaffuzu buna benzer bir şey ama Rumca adının tam böyle olduğunu iddia edemem. Rumca yazılışını öğrenirsem, düzeltme yoluyla buraya yazarım. Şimdilik uydurduğum bu telaffuzla idare edin) 

Ara not: Şevketi Bostan, yabani olarak yetişen, dikensi yaprakları nedeniyle temizlenmesi çok zor olan,özellikle Akdeniz ve Ege'de sebze yemeklerinin kralı olarak bilinen odunsu bir bitkidir. Şevketi bostan her yerde bulunmaz. Çünkü üretimi yapılmaz, doğadan toplanır. Antalya'da Giritli Mahallesi'ne yakın kurulan Cuma Pazarı'nda (Yener Ulusoy Bulvarı ile Milli Egemenlik Caddesi arasında kalan Kızılsaray Mahallesi'ne ait sokaklara kurulur) bulabilirsiniz.  Temizlenmiş, dikenleri ayıklanmış olarak satın almalısınız. Zaten, temizlenmesi zor olduğu için genellikle temizlenmiş satılır.  Kuzu etiyle terbiyelenerek pişirilir.  Harika lezzeti vardır.

DÜZELTME: Sonradan öğrendim. Şevketi Bostan olarak bilinen bu dikenli sebzenin Antalya'da söylenen adı Eskalibruz ya da Askolibrus... Bir de fotoğrafını koyuyorum. (Temizlenmiş, dikenleri ayıklanmış hali)




Giritlilerin en özel yemeklerinden Eskalibrus ya da Askolibrus

Yüzyıllardır yaşadığın toprakları, doğduğun, büyüdüğün, anılarla doldurduğun evi terkedip, başka topraklara göç etmek ne kadar zordur. Bunları düşündüm.  Birbirimizle iyi geçinebilseydik, kavga-dövüş etmeseydik de, farklı ırktan, farklı inançtan, farklı kültürden insanlar bir arada sevgi, barış huzur dolu yaşamaya devam edebilseydik ne iyi olurdu. Rengarenk bir Anadolu'nun, bugün grileşen, hatta giderek kararan Anadolu'dan daha güzel olmayacağını iddia eden çıkmaz sanırım. Nasıl Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmek zorunda kalanlar hüzün doluysa, dedelerinin, ninelerinin yaşadıkları topraklara özlem duyuyorsa, Anadolu'da yaşayan, Balkanlar'dan, Girit'ten, Rodos'tan göç etmek zorunda kalan Türk ya da Müslüman kökenliler de göç ettikleri topraklara aynı özlemi duyuyor. Bunu yakından biliyorum. Çünkü Girit göçmeni olmamama rağmen Antalya'daki Giritliler Derneği'nin faaliyetlerini yakından takip edenlerden biriyim.

Konuyu dağıtmıyorum değil mi?

"Ne alakası var bir gezi yazısının içinde bunların?" derseniz, hemen sadede gelirim elbet. Hatta geldim bile.

Ne diyordum. Yeni Mudanya'da şehir turuna çıktık. Hediyelik eşya satan mağazadan bir magnetle bir de "Sirtaki" CD'si satın aldık.  Karavan'da arada dinledik. İnternete girme ihtiyacımız olduğundan, ve de kampinglerde sıkıntı yaşadığımızdan bir 'Vınn' alalım diye düşündük. Gül Hanım'ın gördüğü Vodafon mağazasına girdik. Yunanistan hatlı 15 gün süreli bir "Vınn"a 35 Euro ödedik. Türkiye ile telefon konuşmaları için de bir Yunan hattı satın aldık. Hat 5 Euro, 15 Euro da kredi yüklettik, 20 Euro... Telefon hattının etkinleşmesi biraz uzun sürünce, bir tur atalım gelelim dedik. Vodafon'un tezgahtarı olur dedi ama Yunanlılar'ın ünlü siestasını (Mesimeri) unutmamak lazım. Saat 14.00'te her yer kapanıyor. Saati kaçırırsak, hattı almaya gittiğimizde kapı-duvarla karşılaşabilirdik. Bu yüzden bir kafede Ahmet'le birlikte 2 frappe içtik, Gül Hanım su içti, ihtiyaçlarımızı giderdik, saat 13.00'te dükkana gittik. 

SİESTA MI MESİMERİ Mİ?

Şunu da eklemeliyim, her ikisinin de İngilizcesi gayet iyi olan tezgahtar kadın ile oğlum Ahmet Yiğit'in sohbetlerinde Ahmet'in bir kaç kez tekrarladığı "Siesta" sözcüğünü Yunan kadın anlayamadı. Ahmet detaylı tanımladı. Hani Yunanistan, İtalya, İspanya'da yaz sıcaklarında öğle tatili yapılır ya, filan diye açıklama yapınca kadın "Haaaaa mesimeriiiiiii... Okey mesimeri" dedi. Yani bizim "siesta" diye bildiğimiz, öğle tatiline Yunanlılar "Mesimeri" diyormuş. Bir şey daha öğrendik.

Yunanistan gezi anılarını bir kaç gündür ihmal ettim. Bugün üç beş satır yazmalıyım. Nerede kalmıştık? Kısaca özetleyeyim: Yeni Mudanya'da kahvaltımızı yaptık, babası/dedesi Bursa Mudanya'dan göç eden amcayla sohbet ettik, Vodafon'dan internet paketi ve kontör satın aldık.  Yeni Mudanya çarşısında biraz daha gezdik. Cafelerin önündeki heykelle fotoğraf çektirdik, Kilise'yi uzaktan görüp fotoğrafladık.


YENİ MUDANYA'DAN SELANİK'E

Yeni Mudanya'dan Selanik'e doğru yola çıkacağız. Aslında karavancıların yapması gereken, bu bölgeden hemen ayrılmak olmamalı. Yunanistan'ın, ince, uzun ve ayrık 3 parmağından oluşan Halkidiki Yarımadası'nda daha çok eğleşmeli, vakit geçirmeli. Ama bizin tatilimiz kısa, Yunanistan'ın gezilecek yerleri çok fazla. Halkidiki'nin her üç parmağında, sahillerde karavan tutkunlarını cezbedecek o kadar çok yer var ki... Biz kaderimize razı olup, üzülerek de olsa Selanik'e doğru yola düşmeliyiz. İlk hedefimiz Selanik'e girmeden, Selanik Havaalanı yakınlarındaki karavan malzemeleri satan ZAMPETAS adlı karavan markete uğramak. Ne var ne yok, şöyle bir göz atıp, gerekirse eksiklerimizi gidereceğiz. Navigasyona Zampetas'ın adresini yükledik, çıktık yola. Az biraz dolandık ama sonunda Zampetas'ı (Koordinat: K40.6395528 - D.22.9370687) bulduk. 

Bizden önce bir aile marketi geziyor, alışveriş ediyordu. Marketteki tek görevli Babis, bizden önceki müşterilerine satış yaptıktan sonra bizimle ilgilendi. Bu arada, biz marketin tüm raflarını inceledik. Ayakları, yarıdan eklentili, çok hafif bir yemek masası, yine küçücük paket haline gelebilen hamak ve bir kaç malzeme daha satın aldık. (Toplam 180 Euro ödedik.) Zampetas'ta masa üzerindeki katalogları inceledik. Marketteki malzemelerin neredeyse yüzde 90'ı Almanya'dan ithal. Markette bulamadığınız, katalogda gördüğünüz malzemeleri de sipariş edebiliyorsunuz. Bir-iki hafta içinde getirtilebiliyormuş. Marketteki kataloglar da yalnızca Almanva ve Yunan dilinde.  Almanca kataloglardan birini alıp alamayacağımızı sorduk. Olumlu yanıt alınca bir kataloğa el koyduk.

Eğer mümkünse, camperimize Omnistor tente yaptıralım istedik. Babis, ölçtü, biçti tam standardı tutturamadı. Ayrıca tentenin monte edileceği yan alın uygun gelmedi. Bir fiyat da çıkardı. Bir kaç saat içerisinde yapılabileceğini söylediği tente için sonradan, bir gün sonraya randevu verdi. Görüştük, tartıştık tenteden vazgeçtik. Bu kez de pencerelere sineklik için ölçü aldırdık. Babis, Saly Karavan'da yaptırılan camperimizin pencerelerini de standartlara aykırı buldu. 5-10 dakikalık görüşmeden sonra sineklikten de vazgeçtik. 

Sonuç olarak, 2 saat kadar oyalandığımız Zampetas Karavan Kamping'ten ayrılarak, Selanik'e geçtik. Caddede yol kenarına park ettik. Yürüyerek biraz dolaşalım derken, çok sayıda lokanta, kafenin bulunduğu Ladadika bölgesindeki bir sokağa geldik. Ahmet Yiğit 1901 adlı restorana WiFi bağlantısı olup olmadığını sordu, garson olumsuz yanıt verince, başka yerlere bakmaya karar verdik. Hem yemek yiyip, hem de internete girmeyi planlıyorduk. Arka sokaklarda da dolaştık ama yemek yiyebilecek en iyi yerin yine de 1901 (Katouni 9 Ladadika, Thessaloniki, Yunanistan) olduğuna karar verdik. Masaya oturup, sipariş verirken Ahmet Yiğit bir kez daha sordu, bu kez WiFi bağlantısının olduğu yanıtını verdiler. İlk önce neden "yok" dediklerini tam anlayamadım ama tahmin edebiliyorum. Bizi beleşçi müşteri sandılar galiba. Burada da standart, kalamar, ahtapot, karides, midye siparişlerimizi verdik. Üstüne de Yunanistan'da severek yediğimiz kabak kızartması istedik. 

Yemekten sonra biraz daha dolaşıp, karavana geri döndük. Bir an önce konaklayacağımız yeri belirlemeliydik. Kamping arayışına girdik. İnternetten de baktık ama uygun bir yer bulamadık. İnternetten bulduğumuz Kalochori'deki kampinge gitmeye karar verdik. Selanik Limanı yakınındaki bu varoşa gittik. Depo ve antrepoların yanından geçtik, küçük, yazlıkların bulunduğu bir kasabadan geçtik, deniz kenarını sorduk ama bir türlü kampı bulamadık. Hava kararmıştı. Geçtiğimiz bölgeler Gül Hanım'ı ürkütmüş olacak ki, geri dönelim dedi. Geri döndük. 

DÜKKAN ÖNLERİNİ SAHİPLENMEK


"Rahat olalım. Kamp bulamazsak, çeker bir yerde uyuruz" dedim. Madem kamp bulamadık, keyfimize bakalım diyerek, Selanik Kordon'da dolaşmaya karar verdik. Camper'i, Beyaz Kule'nin hemen yakınına, ana cadde kenarına park ettik. Yunanistan'da park yeri buldunuz mu mesele yok. Park ücreti falan yok. Dükkan, kafe, restoran sahipleri Türkiye'deki gibi dükkan önlerini babalarının malı gibi sahiplenip, "Buraya park edemezsin" falan demiyor. Öyle plastik sandalye ve kuka ile dükkanın önündeki park yerini kapattıklarına da tanık olmadım. Gönül rahatlığıyla Kordon'da tur attık. Ortalık cıvıl cıvıl. Genç kızlar, delikanlılar, anneler, babalar herkes Kordon'a. Yürüyorlar, közde pişen mısırlardan yiyorlar, kafelerde oturup frappe içiyor ya da alkol alıyorlar. Yunanistan'da gerçekten ekonomik kriz olup olmadığını bir kez daha sorguladık. Bunun üzerine sohbet ettik. Beyaz Kule'nin ters istikametine doğru Kordon'da 1-1,5 kilometre kadar yürüdük. Küçük bir meydanda gençler break dans gösterisi yapıyordu ama çok acemiydiler. Bir kaç dakika seyredip, bu kez deniz tarafından değil, cafelerin önünden Beyaz kule istikametine yürüyüp, karavanımıza geldik. 


Yeni Mudanya'dan önce Selanik, ardından Katerini ve Paralia.

2009'da Renault'umuzla yaptığımız Avrupa turunda Selanik'in altını üstüne getirmiştik. Hatta, Türkiye'nin Selanik Konsolosluğu'nda görevli ticaret ataşesiyle dost olmuş, onun önderliğinde tüm kenti gezmiştik. Atatürk'ün doğduğu ev, Beyaz Kule başta olmak üzere Selanik'teki tüm turistik, tarihi yerleri görmüştük. Zaten Atatürk Evi'nin restorasyon bahanesiyle kapalı olduğunu da biliyorduk. Bu yüzden bu kez Ne Atatürk Evi'ne, ne de Beyaz Kule'ye ya da diğer yerlere gitmeyi aklımıza bile getirmedik. 

***

PARALİA

Biraz daha fikir teatisinden sonra Volos'a doğru yola devam edelim istedik. Navigasyonda yol boyunca bulunan kamp alanlarını göster butonunu işaretledik. Katerini yakınlarındaki Paralia'daki Cristi Camping'e dümen kırdık. Kapıya yanaştık. Sanırım resepsiyon bölümünün arkasındaki odada konaklayan Madam Cristi kapıyı açtı. Fiyat sorduk ve girdik. Yer gösterdi. Çevremizde motosikletle tura çıkıp çadır kuran iki aile ile Romanya'dan gelen iki karavancı vardı. Kısa sürede yerleşip, yorgunluğumuza yenilerek, hemen uyuduk.


Paralia'da Cristi Kamping


Paralia'da Cristi Kamping


Paralia'da Cristi Kamping

TÜRK TV DİZİLERİ

Sabah kahvaltı yaptık. duş, tuvalet ihtiyaçlarını giderdikten sonra Volos'a doğru gitmek üzere hazırlıklara başladık. Yeni bir yemek masası satın aldığımızdan eski masayı kampinge bırakmaya karar verdik. Hesabı ödemek üzere resepsiyona gittik ve masayı bırakacağımızı söyledik. Madam Cristi ile eşi (Nereye not aldığımı bulamadım. Hatırlayınca adını yazacağım. Hatta kartvizitlerini de almıştım.) kahvaltı ediyorlardı. Eşi Cristi kadar İngilizce konuşamayan beyefendi, eşinin Türk dizileri hayranı olduğundan söz etti. Hatta gitti televizyonu açtı. Mega TV'de bir Türk dizisi gösteriliyordu. Bu konuda biraz sohbet ettik. Asi, Muhteşem Yüzyıl başta olmak üzere 3-4 Türk dizisi Yunanistan Mega TV'de yayınlanıyor. Buna başka şehirlerde de tanık olduk, bu konu üzerine sohbetler açıldı. Türk dizileri hakikaten Yunanistan'da hayranlıkla izleniyor. Buna 2008'deki Suriye seyahatimizde de yakından tanık olmuştuk. Hesabı ödedik. (22 Euro), vedalaştıktan sonra Paralia kıyılarında bir tur atıp, Katerini'yi de gördükten sonra Volos'a gitmek üzere marş bastık. Yol üzerindeki Larissa'ya da uğrayacaktık. Antalya'da Ahmet Yiğit ile bir dönem okul arkadaşı olan kızımızın bir Türk'le evli olan Yunan asıllı annesinin Larissa doğumlu olduğunu biliyorduk. Bu da, bu kenti kısa da olsa görme merakımızı kamçılamıştı elbette. Larissa'da kısa bir tur attık. Lidl'da alışveriş yaptıktan sonra Volas'a doğru yola devam ettik. Bugünkü yolculukta da otobanlar yerine devlet karayolunu ve sahil yollarını tercih ettik.



Paralia'dan Volos ve Kato Gatzea'ya...

34 PLAKALI TIR
 


Larissa'yı da geçip, Volos'a doğru ilerlerken, yol kenarındaki bir park alanında İstanbul plakalı bir tır görünce sağa yanaştım. Yanlarına gittiğimde, tır şoförüyle, bu yıl Endüstri Mühendisliği'ni kazanan oğlunu yemek yerken buldum. Epey bir sohbet ettik, hatta eşim de bize katıldı. Ahmet Yiğit karavandan inmedi bile. Sanırım telefonuyla oyun oynamaya devam etti. Edirneli tır şoförü sık sık Atina taraflarına yük taşırmış. Bölgeyi gayet iyi biliyor. Ondan iyi bilgiler aldık. Hani derler ya, yolculukta kamyon şoförleri nerede yemek yiyorsa, orada yemek yemek lazım. Yol boyunca en iyi lokantaları, mola yerlerini, gezip, görülecek yerleri gayet iyi biliyor. Bize güzergahımızdaki Lamia yakınlarındaki Thermopyles'e uğramamızı önerdi. Burada bir termal su şelalesi varmış. Şelalenin döküldüğü yerde de doğal bir havuz. Türk tır şoförleri buraya mutlaka uğrar, kaplıcaya girerlermiş. Bu bilgi çok iyi oldu. O bölgeden geçerken uğradık, hakikaten çok iyi geldi. Kükürlü sıcak su şelalesinin altına girdim. Yeri geldiğinde ayrıntı veririm.  Ayrı tır şoförü konaklamak için de Atina'ya 90 kilometre kala "Cafe 90"da kalabileceğimizi söyledi. Bu öneriyi de dikkate aldık ve uyguladık. Bu da yerinde bir öneriydi. 

OTOYOL ÜCRETLERİ CEP YAKIYOR

Tır şoförü yemeklerine ortak olmamıza ısrar ettiyse de yeni yediğimizi söyledik ama, hasır Nescafe'lerini içmemek olmazdı. O kadar ısrarı reddetmek ayıp olur diye kabul ettik. Nescafeler şekerliydi. Eşim de, ben de şeker kullanmamamıza rağmen, bal gibi nescafelerden birir bardak içtik. Aynı tır şoförüyle otoyol ücretleri konusunda da dertleştik. Otoyollar yapılmadan kullanılan devlet karayollarının da standardının yüksek olduğundan söz etti. Otoyol gişelerine varmadan bu yollara sapıp, sonradan yeniden otoyola girerek, ücret ödememenin yollarını anlattı. Bazı Yunan plakalarından örnek vererek,  "Şu harflerle başlayan Yunan plakalı kamyonları takip et. Onlar nerede otoyoldan çıkıyorsa, sen de çık. Onlar para vermemenin yollarını gayet iyi biliyor" dedi. Kendisinin İpsala'dan Atina'ya kadar, tır için 200 Euro civarında otoyol ücreti ödediğini, bu ücret şirketin kasasından çıktığı için, otoyoldan yan yollara kaçmaya tevessül etmediğinden söz etti.  Sohbeti daha fazla uzatmadık. Hava kararmadan Volos yakınlarındaki, daha önce internetten tesbit edip, koordinatlarını aldığım Hellas Campinge ulaşmak gerek.

Volos kent içinden geçip, şemre 30 kilometre kadar mesafedeki kampingin bulunduğu Kato Gatzea'ya ulaştık. (K39.3127450 D230869683) (Tel: 0030 24 230 22 267) Volos ile Kato Gatzea arasındaki yol dar ve virajlı, yol ortadan çift sürekli çizgiyle bölünmüş. Dolayısıyla yolun yüzde 95'inde sollama yapmak yasak. Bu nedenle ne biz önümüzdeki araçları solladık, ne de kimi zaman yol ve trafik durumu müsait olmasına rağmen bizi sollayan oldu. Herkes sabırla yolun bitmesini bekledi. Yunan şoförlerin de agresif araç kullandığını söylerler ama tur boyunca, Yunanlıların trafik kurallarına Türklerden daha çok uyduklarını gözlemledim. Bilmem yanılıyor muyum? 

HELLAS KAMPİNG

Kampingin girişinde bir delikanlı bizi karşıladı. Kampingin hemen girişinde, yaşlı, '300-500 yıllık olduğunu tahmin ediyorum) zeytin ağaçlarının altına parkettik. Henüz hava kararmamıştı. Kampingi kısaca keşfe çıktık. Elimde de fotoğraf makinesi. Bir yandan da fotoğraf çekiyorum. Bizim yerleştiğimiz alanın hemen karşısında, Hollanda plakalı büyükçe bir karavan gördüm. Uzaktan fotoğrafını çekerken, sahibi 66 yaşlarındaki bey geldi, güleryüzle karavanın içini gösterebileceğini söyledi. Tercümanlık için Ahmet'i de çağırdım. Bir süre sonra Hollandalı beyin eşi de geldi. Az sonra Gül Hanım da bize katıldı. Karavan değil, adeta saray. Salon salomanje... Önde deri koltuklar, koltukların üzerinde bir hareketle inebilen çift kişilik yatak. Arkada ayrı bir çift kişilik yatak. Tuvalet lavabo gayet geniş. Duş ayrı bir bölümde. Karavanın bagajı, neredeyse Smart tipi küçük bir otomobil sığacak kadar yüksek ve geniş.Zaten bir bot ve arkada motosiklet de var. Hayran kaldık vesselam. Karavanın içinden fotoğraf çekmeme de izin verdiler. Hollanda'da bir kargo şirketinde (Genel müdür ya da müdür) çalışan bu beyin samimi ve güleryüzlü davranışına, Ahmet Yiğit'le gönderdiğim bir kase kuruyemişle karşılık verdim. Çok memnun kaldılar. 



Hollandalı çiftin karavanpalas'ı


Hollandalı çiftin lüks karavanı. Deri koltuklar 360 derece dönebiliyor


Karavanın üstündeki çift kişilik yatak asansör gibi aşağıya inebiliyor


Karavanın bagacına küçük bir otomobil sığabilir


***


Mübadillerin, göçmenlerin çektikleri acıları, geride bıraktıklarına hasretlerini anlayabiliyorum. 


GÖÇLER, SÜRGÜNLER...

Yazımın başında "Gitmek özgürlüktür" demiştim hatırlarsanız. Gitmek tabii ki özgürlüktür ama kendi isteğinizle giderseniz. .. Yaşanan siyasi çalkantılar, savaşlar, çatışmalar, baskılar, zulümler neticesinde gitmek gitmek değil, zorunlu olarak terketmek olarak görülmeli. Zorunlu göçler, sürgünler, sanatın hemen her alanında çeşitli eserlere söz konusu olmuşlardır.  Dünya edebiyatı, göçü, sürgünleri konu alan çok sayıda roman, öykü, şiirle doludur.  Okuduğum sürgün romanlarından birini hatırlıyorum. Bir siyasi sürgünün romanı. Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Halikarnassos'a (Bodrum) siyasi sürgün olarak gönderilir. İyi ki de gönderilir mi demeliyim bilemiyorum ama Bodrum O'nun sayesinde ünlendi, dışa açıldı.

Elbette insanların acılarını dile getirmenin en kestirme yolu müzik. Göç edenler, sürgün edilenler, acılarını, özlemlerini türkülere, şarkılara, ağıtlara dökmüşlerdir yüzyıllar boyu. Cem Bey'in gönderdiği video da bu örneklerden biri. Rembetiko da, Afrika kökenlilerin duygularını yansıttıkları Blues gibi, Jazz gibi yaşadıkları topraklardan kopartılanların duygularını ifade yöntemlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Neyse, bir parantez açıp, mübadiller bölümüne bir geri dönüş yapmış olduk. 

Gezimize kaldığımız yerden devam edelim. Bir gecemizi geçirdiğimiz Hellas Camping'ten bir kaç fotoğraf yükleyeyim. 


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Volos yakınlarındaki hellas Kamping plajı


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Karavantürk logosu ön kapılarda

Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Volos yakınlarındaki hellas Kamping


Hellas Kamping'in plajı


Karavanımızın yakın plan fotoğrafına dikkatinizi çekmek istiyorum. Geziye çıkmadan hemen önce www.karavanturk.org  sitesinin moderatörü Oğuz Bey'den Karavantürk logosu çıkartmasını istedim. Sağolsun, hemen iki adet kargoyla gönderdi. Sağ ve sol kapılara yapıştırdım. Böylece Karavantürk ailesini Yunanistan topraklarına taşımış oldum. 


Diğer fotoğraflarda kampın tamamının asırlık zeytin ağaçlarıyla kaplı olduğunu görülüyor. Kampingin plajından, kafeterya-restoranından ve kapı girişinden de fotoğraflar yükledim ki, görmeyenler fikir sahibi olabilsin diye.


BİR KEZ DAHA TÜRK TV DİZİSİ

Bu kampingde görevli kadınlardan biri de Türk dizileri hayranıymış. Bizi kapıda karşılayan delikanlı, kadını göstererek, biraz da alaycı bir dille, Türk dizileri yayınlanmaya başlayınca onun televizyon başından ayrılmadığını anlattı. Kadın biraz utandı galiba. Zaten, 1 saat kadar sonra internet şifresi almak için restorana girdiğimde kadını Mega TV'de Türk dizisi izlerken (Asi miydi tam hatırlamıyorum) gördüm. TV ile kadını aynı kareye denk getirip fotoğraf çekmeyi düşündüm. İzin istedim fotoğrafını çekmek için, izin vermedi. Aynı dikkatle dizisini izlemeyi sürdürdü. 


Kirli çamaşırlarımız epey birikmişti. Gül Hanım çamaşırhaneye gitti. Makineleri boş görünce 3 makineye ayrı ayrı çamaşırları koyup yıkadı. Belki yakın bir zamanda bir daha kampinge girmeyiz diye yatak takımlarını falan da söktü. Her şeyimiz tertemiz oldu. Misler gibi. Ertesi gün hesabı öderken, 3 makine çamaşır için 5'erden 15 Euro ödedik tabii. Gül Hanım çamaşır makinelerinin kullanımını, kamping ücretine dahil sanıyormuş.


Akşam yemeğinden sonra bulaşık yıkama işini de Ahmet Yiğit'le ben üstlendim. Bulaşıkhanede bulaşık yıkayan tek erkek bizdik. Diğer kampçılara, Türk erkeğinin kadınlara ev işlerinde ne kadar destek olduğunu (kılıbık olduklarını mı demek lazım) kanıtlamış olduk. Ertesi sabah kahvaltının bulaşıklarını da Ahmet Yiğit'le yıkayarak, Türk erkeklerine ilişkin kanılarını güçlendirdik kampingdaşlarımızın.


***

VOLOS'TAYIZ

Önce iki gece kalmayı planladığımız Hellas Camping'te de 1 gün kaldık. Dinlenmiş, çamaşırlarımızı yıkamıştık. İzin süresi de çok uzun olmadığından, yol almalıydık. Bugünkü hedefimiz, Volos'ta kısa bir gezinti. Çektiğimiz fotoğrafları bilgisayara aktarmak için bir kart okuyucu satın almak, ardından da Atina'ya gitmek üzere yola koyulmak olacak. Atina'ya giderken de daha önce sözünü ettiğim tır şoförünün önerdiği Thermopyles'e uğrayıp, kaplıcaya girmek.

Kato Gatzea Köyü civarındaki Hellas Kamping'ten öğleye doğru ayrıldık. Volos'a girişte gördügümüz LİDL Mağazası'na girerek, ufak tefek ihtiyaçlarımızı giderdik. Ardından da bir akaryakıt istasyonundan depoyu fulledik. Pompacı gençle hesabı öderken kısa sohbetimiz oldu. Plakamızdan Türk olduğumuzu anlamıştı. Dedesinin Kayseri Develi'den göç ettiğini anlattı. Dedesinden, anne-babasından öğrendiği 3-5 Türkçe kelimeyi söyledi. Babası ve annesi Türkçe'yi daha iyi konuşuyormuş ama kendisi ancak bu kadar öğrenebilmiş. Demek ki bu bölgede Kayseri/Develi'den göç eden çok sayıda göçmen yaşıyor.

Neyse, Volos'a girdik. Deniz kenarında Liman civarında yol kenarında uygun bir yere karavanımızı park ettik. Yunanistan'da otopark işini çok sevdim. Yasak olmayan her yere aracımızı park edebiliyorduk. Ne değnekçiler, ne otopark görevlisi var. Hem de beleş. Para/pul isteyen yok.

KIBRIS HARİTASI

Karavanı park ettiğimiz yola inerken, Limanın tam girişinde büyükçe bir tabelada Kıbrıs haritası görmüştüm. Bunu önce, bu limandan Kıbrıs'a feribot seferi olduğuna yordum. Merakımı gidermek üzere önce bu tabelaya doğru yürüdük. Kıbrıs'ın şu an Türkler'e ait olan bölümü (KKTC) kırmızı renkli (Kanı mı tasvir etmişler acaba. Sanırım öyle), güneyi beyaz renkle boyanmıştı. Tabela da öyle, Kıbrıs'a feribot seferlerinin saatlerini duyuran bir tabela da değilmiş. Ben çok safmışım. Üzerindeki İngilizce yazıyı Ahmet Yiğit tercüme etti.

"Türk istilacılar Kıbrıs'tan elinizi çekin"


Volos'taki 'nefret' tabelası


12 günlük Yunanistan seyahatimizde Yunan halkından hep dostluk gördük. 2009'daki Yunanistan gezimizde de dostluktan başka bir şey görmemiştik. Ama politikaları halklar değil devleti yönetenler belirliyor. Kıbrıs meselesine kendi pencerelerinden bakınca bu manzara ortaya çıkıyor. Oysa bizim penceremizden manzara çok farklı. Neyse, bir gezi yazısı içerisinde bu konudaki politikaları tartışmanın anlamı yok. Tarihi tarihçilere bırakalım, biz gezimize devam edelim.

ARGONOTLAR

Argo adlı gemi ve Argonotlar ile ilgili ayrıntılı bir şeyler yazma ihtiyacı duymuyorum. Çünkü bu çok bilinen efsaneyle ilgili başta Wikipedia olmak üzere bir çok internet sitesinde bilgi mevcut. İlgi duyanlar, internetten konuyla ilgili yazıları okuyabilir.



Mitolojideki Argonot efsanesindeki geminin tıpkı yapımı Volos'taki rıhtımda.



Argonotların antik gemisinin önünde

Ancak, şu kadarını söylemeliyim. Mitolojik öyküler her zaman ilgimi çekmiştir. Mitoloji ile beni tanıştıran da Azra Erhat olmuştur. Lise-üniversite yıllarımda Azra Erhat'ın İlyada ve Odysseia çevirilerini okumuştum. Azra Erhat'la tanışmama vesile olan da Halikarnas Balıkçısı'nın kitaplarıydı diye hatırlıyorum. Mavi Sürgün'den sonra Aganta Burina Burinata başta olmak üzere bir kaç kitabını daha okumuştum.

Argo gemisinin önünde bir kaç fotoğraf çektirdikten sonra yola devam ettik. Rıhtım irili ufaklı yatlarda doluydu. Yunanistan binlerce kilometre uzunluğundaki kıyılarının hakkını veriyor. Türkiye'de insanlar hala denize yabancı. Hele hele tekne sahibi olmak, zenginlikle eşdeğer görülüyor. Elbette yüzbinlerce, milyonlarca TL değerinde lüks yatlar var ama bildiğim kadarıyla orta halli bir otomobil ya da karavan fiyatına tekne alınabiliyor. Ne bileyim, karavandan hevesimizi aldıktan sonra bir de tekneye mi merak sarsak, karadan gezdiğimiz ülkeleri kıyı kıyı dolaşmak da güzel olur .



Volos'ta, rıhtımdaki sıra sıra cafeler

Volos rıhtımına demirli tekneler

Volos'ta rıhtıma bağlanmış tekneler

Volos sahili



VOLOS'TA GEZİYE DEVAM

Volos'ta geziye devam ediyoruz. Bu kez, denize yakın değil, cafelerin önünden geçerek, geriye doğru dönüyoruz. Hem de güneşin yakıcı etkisinden korunuyoruz. Burası da Selanik'in ünlü kordonu gibi. Tüm binaların altı cafe ya da restoran. 

ÇÖPLERDE KARTONLAR

Daha sonra, sahile parelel, iç kesimdeki caddelere doğru geçtik. Amacımız, bir kart okuyusu satın almak. Ama maalesef dükkanların çoğu Siesta yani Mesimeri dolayısıyla kapalı. Lokanta, cafeler, bir-iki hediyelik eşya dükkanı dışında kepenkler inmiş.

Dikkatimizi çeken şeylerin fotoğraflarını da çekiyoruz ki, gezi yazımızı okuyanlar, gezdiğimiz şehirler hakkında fikir sahibi olsunlar. Ne de olsa, görsel malzemeler, yazıdan daha güçlü.




Volos'ta çöp konteynerleri. Öğle tatili (Mesimeri) kimse çalışmadığından çöpler birikmiş.

Volos'ta çöp konteynerleri.

Volos'ta çöpler toplanmayı bekliyor

Mesela çöp konteynerleri. Türkiye'deki büyük şehirlerde onlarca 'Gönüllü geri dönüşüm işçisi' (Bu benim tanımlamamdır) kocaman bir çuval/harar geçirdikleri el arabalarıyla cadde ve sokakları dolaşarak, geri dönüştürülebilecek atıkları toplayarak, ekmek paralarını çıkartıyorlar. Volos'taki kartonları görünce, buralarda bu işi yapanların olmadığını anladım. Oysa o konteynerlerde, Türkiye'deki Gönüllü Geri Dönüşüm İşçileri için adeta servet yatıyor.

DÖNER TÜRK MÜ, YUNAN MI?

Volos'ta, Mesi meri saatinde açık olan lokantaların bir çoğunda tavuk ya da et döneri satılıyordu. Bizim "Kızıştırıcı medya"nın zaman zaman yaptığı haberler aklıma geldi. "Yunanlılar baklavamıza sahip çıktı." "Yuh olsun! Gitti bizim Türk döneri. Yunanlılar dönerimize de sahip çıkmışlar. Bunlar Çinliler'den de beter. Her şeyin taklidini yapıyor (!)" diye içimden geçirdim.

Latife tabii.

Yüzyıllar boyunca birlikte yaşamış Türk ve Yunan halklarının yiyeceklerinden bir çocuğunun ortak olmasından doğal ne olabilir ki.

MENÜDEKİ KURNAZLIK

Ama aklıma 2009'daki Yunanistan seyahati geldi. Kavala'daki bir lokantanın menüsü ile ilgili anılarımı o günlerde avrupaseyahati.blogspot.com adlı blogumda şöyle yazmıştım.

"Güzel Midilli lokantasındaki menünün bir bölümü de Türkçe idi. İçeçekler bölümünde bizim geleneksel kahvemiz “Türk Kahvesi” adıyla sunuluyordu. Todori'ye, ''Burada Türk Kahvesi yazmışsınız, menünün Yunanca bölümünde de Yunan Kahvesi yazıyordur mutlaka. Öyle mi, değil mi, doğru söyle'' dedim. Todori samimi cevap verdi: ''Evet orada Yunan Kahvesi yazıyor.'' Kavala'ya gelen Türk turistlerin gönlünü fethetmenin yolunu bulmuş uyanıklar. Bu Yunanlılar sahiplenmeyi ne kadar seviyorlar yahu. Kahvemizi, baklavamızı, her şeyimizi sahipleniyorlar. Allah'tan rakıyı sahiplenmeye kalkmamışlar da kendi rakılarına ''Uzo'' demişler. Yoksa rakı da tehlikeye girebilirdi hani. " 

Gerçi Uzo ile rakının üretim aşamaları farklı ama... Konuyu bu espriyle anlatmak istemişim demek ki... Bu gezi yazısının Kavala ile ilgili bölümünde yazdım mı hatırlamıyorum.

Bu kez de Kavala'da dolaşırken aynı lokantaya, Türkçe adıyla "Güzel Midilli" lokantasına girdik, bir şeyler yedik. Lokantanın önünden geçerken, Gül Hanım hemen hatırladı. Todori Şeytanidis yine kapının önünde duruyor, lokantaya müşteri çekiyordu. Aradan 3 yıl geçmiş ama Todori değişmemişti."Todori" diye seslendim. "O benim" diye yanıtladı. Ayaküstü hoşsohbetten sonra içeri buyurdu, yeni yemek yediğimizi söyleyip, biraz gezdikten sonra uğrayacağımızı söyledik. Uğradık da... Lokanta ağzına kadar doluydu. Çoğunluğunu da otobüs turuyla İstanbul'dan gelen Türk turistler oluşturuyordu.

Neyse, şu Yunan dönerlerinin fotoğraflarını vermeyi atlamayayım...



Türk döneri mi, Yunan döneri mi?

Yunan döneri (!)

Volos sokaklarından iki de grafitti örneği vermeliyim. 12 Eylül öncesi biz de duvarları boyardık (1) ama bizimkiler hep siyasi içerikli mesajlar içeriyordu. Hem biz sanatımızı icra (!) ederken polis riskini de göze alıyorduk.



Volos'ta duvarlarda grifitti örnekleri

Volos'ta duvarlarda grifitti örnekleri
Volos'ta bir hediyelik eşya/kırtasiye dükkanına girdik. Ahmet, çeşitli üklerin bayraklarından koleksiyon yapan bir arkadaşı için Yunanistan bayrağı. bir başka arkadaşı için de desenli bir sabunu hediyelik olarak satın aldı. Volos magnetini almayı da ihmal etmedik.



Volos'ta kaldırımı işgal etmiş bir büfe. Yayaların geçebileceği yere bakar mısınız?


Volos'taki kilise
Artık Atina'ya doğru yola düşme vakti. Ama ne demiştim. Önce yol üstünde Lamia şehri yakınlarındaki Termopyles adlı sıcak su şelalesine uğrayacağız...

***

ATİNA'YA DOĞRU... AMA ÖNCE THERMOPYLES





Öğleden sonra Volos'tan ayrıldık. Artık Atina'ya doğru yola düşme vakti. Ama önce şu ünlü Thermopyles'e uğrayacağız. Navigasyona Lamia şehrini işaretledik ama 'Ayarlar' kısmında otoyolu tercihimizden çıkardık. İyi de yapmışız. dağ yollarından, ormanların arasından, küçük kasabalar, köyler görerek Lamia'ya ulaştık.  Lamia gözümü korkuttu doğrusu. Şehre girer girmez dik ve dar yokuşlardan karavanı nasıl geçireceğimi kara kara düşünmeye başladım. En iyisi geri dönmek ve bilen birine Thermopyles'e nasıl gideceğimizi sormak. Genişçe bir yere park ettim. Ahmet Yiğit'le beraber indik. İki gence sorduk. Tarif ettiler. Ama tarif ettikleri yol benim az önce geri döndüğüm dar yol. Navigasyon da aynısını söylüyor.  Ahmet Yiğit, karavanı göstererek, bu yola bu karavanla girebilir miyiz diye sordu. Olumlu yanıt alınca metazori yola koyulduk. Meğerse şehre girmeden çevre yolundan da gidebilirmişiz ama biz navigasyona önce Lamia'yı işaretlediğimiz için çevre yoluna sapmadan şehre girmiş bulunduk. Korka çekine, bir tarafına da otomobillerin park ettiği dar ve dik yollardan geçerek, Lamia'dan çıktık. Çıkar çıkmaz da yeni yol inşaatının tabelası gözümüze çarptı. Benzer tabelaları başka yollarda da görmüştük. Yunanistan, Avrupa Birliği'nden aldığı paralarla yollarını iyileştiriyor. Hangi yol kaça malolacak ve paranın kaynağı neresi bunu tabelayla vatandaşlarına bildiriyor.




THERMOPYLES

Nihayet Lamia'dan çıkıp, yeniden otoyola girdik. Kısa süre sonra ise navigasyon bizi Thermopyles'e yönlendirdi. Bir kaç kilometre gittik gitmedik, Thermopyles'in tabelası gözümüze çarptı. Akaryakıt istasyonunun yanından sağa döndük. 3-4 tır yol kenarına sıralanmış. Hepsi de Türk plakalı. 200 metre kader ilerleyince geniş bir alan ve hemen arkasında yeşil bir dağ yamacından akan küçük bir şelale. Şelalenin yanına birisi komando kıyafetleri gibi boyanmış iki külüstür karavan park etmiş. Sonradan gelen bir Türk tır şoförü, "Sizden önce şuradaki hippyler anadan üryan girdiler suya. Biz gelince rahatsız olup çıktılar" diye özetledi durumu. Uzun saçlı 2'si kız, 2'si erkek 4 genç ve köpekleri, iki karavanın arasına gerdikleri ipe battaniye asmış, paravanın arkasında yemek yiyorlardı. Hayat onlara güzel be abi...

Her neyse... Ben kendimi çok önceden hazırlamışım kaplıcaya gireceğim diye. Gül Hanım ve Ahmet Yiğit istemediler suya girmeyi. Hemen şortumu giydim. Kalınca bir ipe tutunarak indim suya. Önce şelalenin önündeki havuza girdim, ardından şelalenin tam altına... Türk kamyoncular da geldi, suyun içinde sohbet ettik. Sonra da Bulgaristan plakalı iki otomobille 2 çift geldi. Onlar da girdiler.



Thermopiles'te şelale. Bu şelaleden sıcak su akıyor.


Açık havada kaplıca keyfi.




Thermopiles'teki beleş kaplıcanın müdavimleri Türk tır şoförleri


Kamyoncularla konuştuk. Geceyi burada geçirmeye karar verdik. Atina'ya yarın sabah giderdik. Gül Hanım yemek hazırlığına girişti. Önce Türk tırlarının arkasına park etmeyi denedik, sonradan şelalenin önündeki geniş alana çektik karavanı. Portatif masamızı dışarı çıkarttık. Ancak yemek yerken sinekler rahat huzur vermedi. Hemen karar değiştirdik. Bir kaç gün önce yol kenarında sohbet ettiğimiz, bize Thermoplyes'i öneren Türk tır şoförünün önerisi aklımıza geldi. Atina'ya doğru otobandan yola çıkıp, 90 kilometre kale yolun hem sağında, hem de solundaki "Cafe 90"a kadar yol almaya karar verdik. Yemekten sonra toparlanıp çıktık yola.



***


CAFE 90


Thermopyles'te (Termopiles) sinekler yüzünden gecelemekten vazgeçip, akşam karanlığında otobandan Atina'ya doğru yol aldık.Tam da Atina'ya 90 kilometre kale 'Cafe 90' göründü. Yolun sol tarafındaki Cafe 90 ise Atina'dan 90 kilometre ileride oluyor tabii. Uygun bir park yeri bulduk. Karavandan inmedik bile. Hemen hazırlanıp, uykuya geçtik. Gece boyu, Atina'ya doğru yola çıkan otomobiller sağımızda, solumuzda kısa süre park edip, mola verdiler. Ufak tefek gürültüyü yorgunluktan duymadık bile. Sabah uyanıp, cafeye girdik. Pasta, börek, baklava, sandviç, hediyelik zeytin, zeytinyağı, market hemen her şey var. Tuvaletini kullandık. Tuvaletin girişine ayrı bir stant koymuşlar. Tuvalete girerken gerekebilecek acil ihtiyaçlar satılıyor. Sabun, diş fırçası, diş macunu, traş köpüğü, traş bıçağı. İçerideki otomatta da prezervatif... Her acil ihtiyaç düşünülmüş. Tuvaletler temiz.






ŞU EKONOMİK KRİZ MESELESİ

Kahvaltımızı karavanda yaptıktan sonra navigasyona doğrudan Akropol'ü (Akropolis) işaretledim. Antik kentin Atina kent merkezinde olduğunu biliyordum ama şehrin hangi tarafında olduğunu bilmeme olanak yoktu elbette. Bu yüzden ilk hedef olarak Akropolis'i işaretlemek doğru olacaktı. Yolumuz 90 kilometre. Zaten otobandayız. 1 saati az bir vakit geçti, Atina'ya girdik. Kentin ana giriş yolunda sağlı sollu, otomobil galerileri, servislerin yanı sıra, büyük alışveriş merkezleri de yer alıyor. Sol tarafımızda Medya Markt'ı gören Gül Hanım, "Dönelim de Medya Markt'a girelim. Hem siz kart okuyucu satın alırsınız, hem de ben şarjlı el süpürgesi alırım. Karavanda gerekli oluyor" dedi. İleriden U dönüşü yapıp, Medya Markt önüne park ettik. Kocaman mağaza. İki katlı. Anlaşılan ekonomik kriz bu mağazaya da uğramamış. Ya da şöyle düşünmek gerekebilir. Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, ekonomik kriz küçük esnafı, memuru ve emekçi kesimi vuruyor. Hali vakti yerinde olanlar için ekonomik kriz hiç de önemli bir konu değil. Hatta Çince 'Kriz' sözcüğünün 'Fırsat' sözcüğü ile aynı anlama geldiğini söyleyen kapitalistler için ekonomik kriz yakınılacak değil, aksine özlemle beklenecek bir ekonomik olay olarak da görülebilir.

Hay Allah ! Dilimi tutamadım, gezi yazısının içine yine politika karıştırdım.


Pardon. Çok pardon...


Devam ediyorum efendim.


Gül Hanım, araya sora, deneye deneye bir şarjlı el süpürgesi satın aldı. Ben de fotoğraf yüklemek için kart okuyucu. Ahmet Yiğit ise Ayfon'u (I Phone) için orijinal bir kulaklık. Yavrum, bunu uzun zamandır istiyormuş da haberim yokmuş. 35 Euro'cuk kulaklık için öyle bir içten teşekkür etti ki... Bense, kulaklığı satın alırken fiyatına bakmamışım bile. Ne de olsa bir kulaklık, o kadar para edeceğini bilsem, o içten teşekkürün geleceğini bilsem de almasına izin verir miydim bilmem. Neyse, delikanlımın gönlü oldu ya, gerisi teferruat.


AKROPOL'ÜN DİBİNDE BOŞ PARK YERİ

Alışverişin ardından yola devam. zaten az bir yolumuz kaldı. Kente girdik. Navigasyon bizi doğrudan Akropol'e götürdü. Antik kentin girişinde zeytin ağacının altında park yeri buldum. Yanında da bir otomobil park etmişti. Buraya girdim ama bir tur otobüsü o esnada oradan dönüş yapıyordu. Şoför, oraya park edersem otobüslerin manevra yapamayacağını el ve beden işaretiyle anlattı. Mecburen çıktık. Geri döndük. 100 metre geride, tur otobüslerinin de park ettiği alana girdik. Ücreti neyse verecektik. Ama ücretli değilmiş. Park ettik. Antik kente bu kadar yakın, bu kadar uygun bir park yeri, hem de ücretsiz. Yine dört ayak üstüne düştük. Hatta gerisini de anlatayım. Az sonra anlatacağım geziden sonra otoparka döndüğümüzde, geceyi geçirmek için buradan daha uygun bir yer olamayacağına karar verdim. "Burada kalalım" dedim ve kaldık. Kentin göbeği... Antik kentin girişi. Onlarca tur otobüsünün girip çıktığı otopark. Hem de beleş... Ballı lokma tatlısı adeta. Çünkü, gece uyuyup, uyanacağız, sabah yeniden Akropol'deyiz. Ne şanslı adamlarmışız...


Akropol'e giriş yapmadık. Önce alttaki geniş caddeyi turlamaya karar verdik. Biraz yürüdük. Hareketli bir yer. Sokak müzisyenleri, canlı heykeller, sokak çalgıcıları (Bu deyimi özellikle kullanıyorum. Sokak müzisyenlerinden ayırmak için. Aslında bir yetenekleri, becerileri olmamalarına rağmen, varmış gibi yapıp, bir iki notaya basarak dilenenleri, gerçek sokak müzisyenlerinden böyle ayırmak istedim.)


Önce bir canlı heykelle fotoğraf çektirdik, sırayla. Bahşişimizi bıraktık.










Az yürüdük, bir kadın bir çocuğun fotoğrafını çekiyor...











Aynı çocuğun fotoğrafını ben de çektim. Yürüyüp gidecektim ki, çocuk yerinden bir fırladı. Düştü peşime, açtı avucunu para istiyor. Hem de sırnaşık bir inatçılıkla. Baktım kurtuluş yok. Gül Hanım'a işaret ettim. Cüzdanından bozuklukları çıkarıp verdi de, kurtulduk.



Yola devam ederken, sağ yanımızda Akropol Müzesi'ni gördük. Müzeye girmeye karar verdik. Girişte Ahmet öğrenci olduğunu söyledi, ben de basın kartımı gösterdim. Ahmet'e indirimli bilet, Gül Hanım'a tam bilet, bana da ücretsiz bilet verildi. Basın Kartı'nın Türkiye'de hükmü kalmadı ama Yunanistan'da müze ve ören yeri girişlerinde işe yaradı doğrusu. Müzede fotoğraf çekmek yasak; tüm müzelerde olduğu gibi. 2 saat kadar süren müze turunun ardından, müzenin camlı terasına çıktık. Arkada Akropol manzarası. Burada fotoğraf çekmek serbest.












Yukarıdaki fotoğrafta da müzenin girişindeki cam tabanlı bölümü görüyorsunuz.

***

PLAKA SOKAKLARINDAYIZ

Müzeden çıktıktan sonra, hemen önümüzde bir traktör ve arkasında römorkları. Akropol çevresindeki Plaka sokaklarında tur attırıyor. Yürüyerek gezmeden önce, bu römorka binerek bir tur atalım istedik. Traktör iki römorkuyla daracık sokaklardan geçerek, bizi yeniden Akropol önüne getirdi. Çevreyi iyi kötü tanımış olduk. İçinden geçtiğimiz, barların, restoranların, cafelerin olduğu sokağa dönerek, yemek yemek istedik. Bu kez yürüyerek yeniden Plaka bölgesine geçtik.

Önce turumuzdan bir kaç fotoğraf vereyim.

Plaka sokaklarında dolaşırken mini minicik bir otomobilcik karşımıza çıktı. Çok hoş, tatlı bir şeydi. Fotoğrafını çekmeden edemedim.

Plaka sokaklarında dolaşmaya devam ediyoruz. Epey aşağılarda bir cami gözümüze ilişti. İstanbul'un fethinden 5 yıl sonra 1458'de Fatih Sultan Mehmet'in Atinayi ziyaretinde temelini attığı Fethiye Camii. Cami olarak kullanılmıyor elbette. Yunan bayrağı çekilmiş binaya. Cami, bir müzenin deposu olarak kullanılıyormuş şimdi. Minaresi yoktu.

Bu görüntüde, minaresiz cami tam karşıda

















Plaka sokaklarında gezdik, dolaştık ama acıktık da... Zaten traktör römorkunda gezdiğimiz Plaka sokaklarına bu kez yürüyerek dönmekteki amacımız, gördüğümüz restoranlardan birine girmekti. Gezip dolaşırken, kapısındaki bir genç kızın teşrifatıyla Ahmet Yiğit ve Gül Hanım o lokantaya girmeye karar vermişler. Ben biraz geride kalmıştım. Onların kararına uyduk. Kalabalık restoranın bahçesinde ortalarda bir masaya iliştik. Siparişlerimiz yine deniz ürünlerinden oluştu. Yanına da bir küçük Uzo (Ouzo diye yazılıyor) Yedik, içtik, dinlendik, gelene geçene baktık, etrafı seyrettik. Garsonla bir kaç Türkçe kelime konuştuk. Bizden bir kaç Türkçe sözcük daha öğrenmeye çalıştı. Ne de olsa o bölgeye çok sayıda Türk turist geliyor. Türkçe sözcükler kullanan garson, müşterinin kalbini fethediyor. Neyse, hesabı ödemek üzere kasaya gittiğimde lokantanın sahibi Türkiye'den hangi şehirden geldiğimizi sordu, hesabı ödedikten sonra da Türkçe teşekkür etti ve 'güle güle' dedi. Menünün kapağının ve içindeki fiyat listesinin fotoğrafını çektim ama buraya yalnızca kapak fotoğrafını koyuyorum. Fiyatlar hakkında bilgi sahibi olmak isteyen çıkarsa, o fotoğrafları özel olarak gönderebilirim.









Yemeğin ardından turistik Plaka sokaklarında gezintiye devam. Gül Hanım, akrabalara hediyelik baktı. Bir hediyelik eşya mağazasında zeytin ağacından yapılma, Türkiye'dekilere göre biraz daha yayvan ağızlı havan (döveç-sarımsak dövmek için kullanılan) gördü. Hakikaten çok güzellerdi. Fiyatı biraz tuzlu gelince almadık. Sonra da pişman olduk. Neyse, daha sonra gittiğimiz Parga'da nispeten biraz daha ucuzlarından bulduk ve biri kendimize olmak üzere 4 adet zeytin ağacından yapılma sarımsak döveci satın aldık. (Pazarlık yaptık elbette.)

Bu dükkandan çıkıp, yürümeye devam ederken, tişört satan bir mağazaya rast geldik. Ahmet Yiğit'le birlikte, tamamı mesaj kaygılı, kimi esprili, kimi ayıp (!) şeyler yazılı tişörtleri okuyup okuyup güldük. Gül Hanım o sıra, başka bir dükkanda başka şeylerle ilgileniyordu. Komik yazılar bulunan tişörtlerin fotoğraflarını da çektim.  Bu tişörtler dükkanın dışında sergileniyor. Yunanistan için ayıp/sakıncalı olmayan, bizim için de ayıp sayılmaz değil mi?


Atina'da baskılı tişörtlerden örnekler










Aşağıda küfürlerin İngilizce ve Yunanca karşılıkları












Bu tişörtlerden en sevdiklerim.:


YUNANİSTAN KRİZİ: İŞ YOK, PARA YOK, PROBLEM YOK






ÖĞRETMEN OLMAK İÇİN ÜÇ NEDEN: HAZİRAN, TEMMUZ, AĞUSTOS





KÜFÜR UYARISI

Yunan dilindeki küfürlerin İngilizce karşılıklarının yazıldığı tişörtteki küfürlerden bir-ikisini ezberlemeye çalıştık Ahmet Yiğit'le karavanımıza doğru yürürken ağzımdan biraz da yüksek sesle sanırım "MALAKAS" (Aslında bu mealde Türkçe bir argo da var. Kendini çok önemseyen ama önemsenmemesi gereken kişiler için söylenir: Kıçımın kenarı ) sözcüğü çıkıverdi. Tam da o sırada, sokak kenarında seyyar tezgahında hediyelik takı, bijuteri satan kadın espriyle ve gülerek uyardı: "Sakın bu kelimeyi başka yerde söylemeyin." Kadının uyarısı haklıydı. Olmadık bir yerde ağzımızdan çıkacak Yunanca bir küfür canımızı sıkacak tepkilere yol açabilirdi.

Sonraki günlerde, arada bu kelimeyi Ahmet'le aramızda (Ama daha alçak sesle) söyleyip söyleyip gülüştük.

Plaka sokaklarında yürürken bir ara elime fotoğraf makinesi yerine video kamerayı almıştım. Yol kenarındaki onlarca seyyar tezgahtan birine yöneltmişim objektifi. Tezgahta ne olduğunun farkında değilim. Satıcı bir kızdı, bir kızdı sormayın. Çekme diyerek öyle bir tepki gösterdi ki, tepkisinin nedenini anlayamadım. Önümden yürüyen Gül söyledi. Gazoz kapaklarından kolye vs yapmış, onları satıyormuş. Çok ilginç, kimsenin aklına gelmeyecek, çok ama çok özgün sanat eseriymiş de, eserini taklit edip, pazarına ortak olacakmışım sandı galiba... Cevap vermeden uzaklaştım. O arkamdan köpürdü kaldı.

Yürüyerek, Akropolis otoparkındaki karavanımıza gittik. Gece karanlığı çökmüştü. Tur otobüsleri boşaltmıştı otoparkı.  Gürültü olur mu acaba diye endişe ederken, derin uykuya dalmışız bile. Yorgunluğun faydası da bu. Gürültü falan hak getire. Hemen uykuya dalıveriyorsun. Sabah uyanıp, Akropolis'i gezecek, sonra şehir içine doğru gidecektik. Benim aklımda ise Parlamento binası önündeki, geleneksel üniformalı askerlerin nöbet değişimi ritüelini izlemek var. Ertesi güne kadar dinlenmeliyiz. Herkese iyi uykular.

ATİNA'DA İKİNCİ GÜNÜMÜZ
Atina'da ikinci günümüz. İyice uykumuzu aldık. Yorgunluğumuzu attık. Hatırlarsınız, Akropol'ün otoparkında geçirmiştik geceyi. Saat 09.00 gibi uyandık. Tur otobüsleri turistleri Akropol'e getirmeye başlamışlardı. Karavanın içinde yaptık kahvaltımızı. Ardından Akropol'e çıkmak üzere (Çıkmak diyorum çünkü Akropolis antik kendi bir tepenin üzerinde. Zaten Akropolis sözcüğünün Yunanca'da, 'Yukarına bulunan şehir' anlamına geldiğini öğreniyorum internetten) kapıları kilitleyip ayrıldı. Girişteki uzun bilet kuyruğuna girdik. Ben yine basın kartımı gösterdim, ücnetsiz giriş bileti aldım, Ahmet Yiğit indirimli öğrenci bileti aldı, Gül Hanım için yine tam bilet ücreti ödedik. Merdivenleri yavaş yavaş çıktıkça, bir yandan antik kent, diğer yandan da Atina gözlerimizin önüne serildi. Antik kent girişinde Akropolis ile ilgili İngilizce tabelaların fotoğraflarını çektim. Bu yöntem, dar vakitte gezilen ören yerlerinde iyi oluyor. Sonradan internetten araştırmak yerine, ören yeriyle ilgili özet bir yazıyı sonradan okuma fırsatı buluyorsunuz.  

Bu bölümde de Akropolis ile ilgili bilgiye yer vermeyeceğim. Çünkü benim anlatacağımdan daha ayrıntılısını internette bulabilirsiniz. Ben sadece gözlemlerimi aktarayım. Akropolis Atina'nın en çok turist çeken bölgesi. Her gün onlarca tur otobüsü, gruplar halinde turist getiriyor. Bu yüzden de antik kent girişinde zaman zaman kuyruklar oluşabiliyor. Hemen herkesin elinde fotoğraf makinesi. Kimi yerlerde, düzgün fotoğraf çekebilmek için, birilerinin müsaade etmesi, o bölgeden ayrılmasını beklemek gerekebiliyor. Ama fotoğraf makinesi teknolojisinde 1 numara olan Japonların, fotoğraf çekmeye ne kadar meraklı olduklarını bir kez daha gözlemliyoruz. Her anın, her ayrıntının fotoğrafını çekmeyi çok seviyor Japon turistler. Akropolis'i ziyaret eden turistler arasında Yunanistan'ın başka şehirlerinden gelen yerli turistlere de rastlıyoruz. Akropolis'i merak ediyordum, görmüş olduk.

Şimdi sizlere, Akropolis'ten bir kaç fotoğraf göstereyim... Ardından şehir turuna çıkacağız.

PARLAMENTO BİNASI ÖNÜNDE ASKERLERİN NÖBET DEĞİŞİMİ

Akropolis gezisini tamamladıktan sonra, karavana geri dönüyoruz. İhtiyaç giderip, buzdolabından bir şişe soğuk su aldıktan sonra yürüyerek kenti dolaşmaya çıkıyoruz. Günlerden pazar. Akropolis'in hemen dibindeki sokaklar bile tenha. Şehrin üzerine ölü toprağı serilmiş gibi. Bir kaç hediyelik eşya dükkanı ve lokanta dışında açık yer yok. Düşünsenize, Sultanahmet çevresinde böyle bir görüntüyü. Mümkün mü? O kadar turistin dolaştığı yerde insanlar dükkanlarını kapatma lüksüne sahip olabilirler mi? Rahatına, dinlenmelerine, tatillerine düşkün insan bunlar. Hafta sonu kapalı, hafta için öğle arasında Mesimeri, yani Siesta. Akşamları, gez dolaş. Yunanistan ekonomik krizi haketmiş mi ne diye düşünmeden edemiyor insan. 

Neyse sokaklarda dolaşa dolaşa Parlamento binasına doğru yürüyoruz. Sorduğumuz insanlar, yolun çok uzak olmadığını, 15-20 dakikalık yürüyüşle ulaşabileceğimizi söylediklerinden, karavanı yerinden kıpırdatmadık. Taksiye binme gereği de hissetmedik.

Yolda önümüzü kesen bir taksici kentin önemli tarihi turistik yerlerini en az iki saat süreyle gezdirebileceğini, taksisinin klimalı olduğunu, 40 Euro ödememizin yeterli olduğunu söyledi. Yürüyerek gezeceğimizi söyleyince 30 Euro'ya indi. Yine de yürümeyi tercih ettiğimizi belirtince de, "Ama sizin klimanız yok" diyerek havanın sıcaklığına işaret etti. 

Yolumuza devam ettik.

Önce bir parkın girişindeki kitap fuarına rastladık. Şöyle bir bakıp, Parlamento binasına doğru devam ettik. Yolda, şehrin turistik bölgelerini turlayan üstü açık otobüslerin (City Sightseeing) durağına rastladık. Bu otobüsler için müşteri toplayan bir genç nereli olduğumuzu sordu. Türkiye'den geldiğimiz öğrenince elindeki broşürlerde, şehir turu yapan otobüslerdeki sesli rehberlerde Türkçe seçeneği olduğunu gösterdi. Önce Parlamento binasının önüne gideceğimizi, belki sonra uğrayacağımızı söyledik ve broşürü aldık. Uzun turun kişi başı 22 Euro olduğunu görünce, taksicinin bizden az bile istediğini düşündük. 

Derken, Parlamento binasının önüne geldik. İki asker, arası 20-25 metre olan  yanlarında gölge amacıyla küçücük tenteleri bulunan nöbet kulübelerinin önünde put gibi, hiç kıpırdamadan nöbet tutuyor. Gözlerini bile kırpmıyorlar. Başlarında da bir çavuş ya da komutan. O eli belinde geziniyor, nöbetçi askerlerle fotoğraf çektirmek isteyenleri birer birer askerlerin yanına alıp, bu trafiği yönetiyordu. Biz de sırayla askerlerin yanına geçip fotoğraf çektirdik. Bu sırada şahit olduğumuz bir olayı anlatmalıyım. Orta yaşlardaki bir hanım (60-65 yaş civarı) nöbetçi askerin yanına geçip fotoğraf çektirmek üzere vaziyet almıştı ki, o put gibi duran asker aniden tüfeğini kaldırıp, dipçiğiyle yere öyle sert vurdu ki, bırakın yanındaki kadını, onu izleyen bizler ve diğer turistler aniden irkildik. Kadın ise korkudan altına yapmadı ama adeta baygınlık geçirecekti korkudan. Nöbet tutan asker ise hiç bir şey yapmamış gibi put gibi durmaya devam etti. İyi ki Gül Hanım fotoğraf çektirirken yapmamış bunu. Yakınları kadını sakinleştirmeye çalıştı ama kadıncağızın kalbi uzun süre küt küt attı. Demek ki, bu da gösterinin bir parçasıydı. Piyango kime vurursa artık. Yoksa her fotoğraf çektirme seremonisinde bu masumane (!) oyunu tekrarlamıyor askerler. 

ETEKLİ 'EVZON' ASKERLERİ Her neyse... Bizim asıl ilgimizi, merakımızı celbeden askerlerin nöbet değişimi ritüeli. Parlamento binasını korumakla görevli olan, binanın hemen önündeki meçhul asker anıtı önünde nöbet tutan ve "Evzon" olarak adlandırılan askerlerin ne zaman nöbet değiştireceklerini Ahmet Yiğit, nöbetçi askerlerin komutanına sordu. Saatine baktı ve 14.00'te nöbet değişimi olacağını söyledi. Saat 13.15 idi. Demek ki 45 dakikamız var. Bu sürede dolaşıp, saat 14.00'ten önce yeniden orada olmayı kararlaştırdık. Parlamento binasının çevresini dolanıp, arka taraftaki parktan girip, önünden çıktık ve yeniden Parlamento binası önüne geldik. Saat 13.50 olmuştu. Az bir şey bekledik. Başka bir komutanın (Nöbetçi çavuş) nezaretinde iki Evzon askeri uygun adımlarla yürüyerek, Parlamento binası önüne doğru yaklaştı. Bu sırada, önceki nöbetçilerin çavuşu turistleri hizaya soktu.ve nöbetçi askerlerle fotoğraf çektirme işine son verdi. Nöbeti devralacak askerlerle devreden Evzon askerleri mini bir gösteri yaparak, nöbet devir teslim işlemini gerçekleştirdi. Ponponlu ayakkabılarının burnu gökyüzünü 90 derece açıyla görecek şekilde kaz adımları atarak sert ama sakin adımlarla yürüyerek, çapraz geçiş yaptılar ve her biri nöbet yerini aldı. Nöbeti biten askerler de kendi çavuşları nezaretinde nöbet yerinden ayrıldı. Yeni nöbetçiler yerlerini alıp, put gibi kıpırdamadan durmaya başladıklarında, başlarındaki nöbetçi çavuşu her iki askerin tüfeklerinin namluları gökyüzünü 90 derece açıyla görecek şekilde ayarladı. Nöbetçilerin duruşlarını kontrol etti. Ayakları fazla açıksa, nizami konuma getirdi. Önce şapkalarının püsküllerini, sonra eteklerinin pililerini hiç üşenmeden eliyle tek tek düzeltti. Ayakkabı ponponlarını bile nizami hale getirdikten sonra geriye doğru çekildi ve yeni gelen turistlere nöbetçi askerlerle sırayla fotoğraf çektirebileceklerini söyleyerek, buyur etti. Nöbet değişimini belki televizyonlardan izleyeniniz olmuştur. Televizyonlarda ola ki, tekrar rast gelirseniz izlemenizi öneririm. Ben fotoğraflarını buraya koyarak, size fikir vermeye çalışacağım. Ancak Anıtkabir'deki askerlerimizin nöbet değişimini de izlemiş biri olarak, Yunan askerlerinin nöbet değişimini buruk bir gülümsemeyle izlediğimi itiraf etmeliyim. Mini sayılabilecek pileli etekli, kilotlu çorap giymiş, başlıklarında püskülleri olan, ayakkabıları ponponlu bu "tontiş" askerlerin sözüm ona aşırı ciddi tavırları, edaları ayaklarını yere ne kadar sert vururlarsa vursunlar bana komik geldi doğrusu.

YUNAN ASKERLERİN NÖBET DEĞİŞİMİ


Bana 'komik' gelse de, nöbet değişimi büyük bir ciddiyet, uhulet ve suhulet içinde gerçekleştirildi. Şimdi size bu fotoğrafları göstereyim.


*Önce Gül Hanım nöbetçi askerle fotoğraf çektiriyor, sonra biz... Ama tek fotoğraf yeterli 


Nöbeti devralacak askerler geliyor.

Nöbet tutan asker arada bir, ayak hareketleriyle afra tafra yapıyor

Nöbet değişimi esnasında karşı karşıya gelen askerler tüfeklerini havaya kaldırarak mini bir gösteri sunuyor.

Nöbet değişiminden bir enstantane

Nöbeti bitenler, gidiyor.


Nöbeti devralan asker, yerini alırken böbürlene böbürlene bir gösteri sunuyor.

Nöbetçi çavuşu nöbetçi erin tüfeğini ve kıyafetlerini kontrol edip, düzeltiyor.

Gül hanım nöbetçi askerle.

*Nöbetçi asker put gibi, hiç kıpırdamadan nöbet tutuyor. Burnuna sinek konsa, ya da yakınında birisi komik bir şey yapsa tavrı ne olur acaba?

Nöbetçi çavuşu, yeni gelecek nöbetçilerin yolunu gözlüyor. turistler de nöbet değişimi seronomisini heyecanla bekliyor.

Yeni gelen nöbetçiler selamlanarak karşılanıyor.

Bu seremoni tamamlandıktan sonra, nöbetçi çavuşu turistlere nöbetçi askerlerle fotoğraf çektirebileceklerini, ancak bu işin teker teker yapılacağını söyleyerek, eliyle davet ediyor.

Merakımı gidermiş, Yunan askerlerin nöbet değişimini izlemiş oldum. Artık Atina sokaklarında biraz daha gezip, yola çıkma vakti.

Atina'da biraz daha gezip dolaştıktan sonra, Plaka Semti'ndeki ara sokakları takip ederek, bu kez Akropolis'in arkasından karavanımıza ulaşmak üzere yola koyulduk. Önce kaldırımdaki tezgahında satış yapan simitçiden simit alıp, açlığımızı bastırdık. Pazar günü olduğu için Plaka sokaklarındaki dükkanların da bazıları kapalı. Nedense dönüş yolu uzadıkça uzadı. Sıcak ve yokuş, bir an önce karavana ulaşma isteğimizi artırdı. Bir ara, kestirmeden gidelim derken yolu karıştırdık. Bir yokuş başında, soluklanmak, dinlenmek üzere bur duvara oturduk. O sırada, yokuş aşağı doğru iki kadın Türkçe konuşarak geliyorlardı. En iyisi onlara sorup, gittiğimiz sokağın Akropolis'e çıkan sokak olup olmadığını teyit ettirmek olacaktı.

"Akropol tarafından mı geliyorsunuz? Buraya uzak mı?"

"Aaaa siz Türk müsünüz? Burada hiç Türk görmedik diye konuşuyorduk." 

Kısa süren sohbetin ardından girdiğimiz sokağın doğru sokak olduğunu öğrendik. Ama Gül Hanım, benim kestirme yolumu beğenmedi, diğer yoldan gelseymişiz, daha kısa sürede gelebilirmişiz... Neyse, benim dediğim oldu.

Bu arada iki sokak müzisyeninin fotoğrafını da çektim ve yola devam...

Karavana ulaştık. Yorulmuş ve terlemiştik. Kendimizi evimizde gibi hissettik. Zaten karavan bizim küçük ama yürüyen evimiz değil miydi?

ANTALYA SICAĞINDAN KAÇALIM DERKEN...

Havanın sıcaklığından bunaldım. Ağustos sıcağını Antalya'da çekmiş biri olarak, tatilimde bari serin yerlerde olayım istiyorum ama Atina'da da yakalandık sıcağa. Kafamdaki kaba taslak programda, Atina'dan Korinthos, oradan da daha güneye, Kalamata'ya inmek vardı. Ama güneye indikçe hava sıcaklığı rahatsız etmeye başlayınca hemen karar değiştirdim. Yeni kararımı Gül hanım vöe Ahmet Yiğit'e de aktardım. Kabul gördü. Kalamata'tan vazgeçtik. Korintos üzerinden, batıya, Patras'a doğru gidecektik.  Hem böylece en azından 2 gün kazanmış olacaktık. İyi ki de öyle yapmışız. Kalamata için harcamadığımız günü, daha sonra, İstanbul'a yerleşen ve orada avukatlık stajına başlayan kızım için İstanbul'da kiralık ev aramakla geçirdik.

Kalamata'ya gitmeyişimizin bir başka artısı daha olacak. Yeniden Yunanistan'a gitmek için bir bahanemizin olması gerekmez mi?

'Mora Yarımadası'nın güneyini, Kalamata'yı falan göremedik, o yüzden tekrar Yunanistan turuna çıkmak elzem oldu' diyerek, yeniden yola çıkabileceğiz.... Yaşasın, kendimi ne de güzel kandırdım.

YOLDA DENİZ MOLASI

Yola çıktık. Yine otoyol yerine sahil yolundan ilerliyoruz. Agio Theodory isimli yazlıkların bulunduğu sahil kasabasından geçtik. Loutraki civarına ulaştık. Yol boyu, otomobillerini dar olan yolun deniz tarafına iyice yanaştırmış Yunanlılar, pazar gününün keyfini çıkartıp denize giriyorlardı. Bir iki denemeden sonra, zeytin ağaçlarının altında, karavanımızı sokacak kadar bir yer bulduk. Biz Ahmet Yiğit'le denize girdik. Gül Hanım ise fedakarlık yaparak (Her zamanki gibi) karavanda kaldı ve bize bulgur pilavı pişirip, salata hazırladı. Kıyıdan denize girer girmez az biraz yosun var gibi ama ilerisi harika. Açıldıkça açıldık. Denize sırt üstü yattık, yüzümüzü güneşe döndük. Yüzdük, yorulduk ve acıktık. Pilav ve salatanın hazırlanmış olabileceğini düşünerek çıktık. Kurulandık. Ben karavanın dışında, su şişeleriyle (Karavan dışında duşumuz yok maalesef) duş aldım. Yetmeyince bu kez karavanın banyosuna girdim. İştahla pilav ve salataya kaşık salladık. Vallahi yetmedi. Karavanda, hem de yüzüp acıkınca ne de lezzetli oluyormuş bulgur pilavı ve salata. Hele de Gül Hanım pişirince.

Ha bu arada, navigasyondan durakladığımız, denize girdiğimiz yerin koordinatını çıkardım. Ola ki, başkası da aynı yerde kısa süre mola verip, denize girmek isteyebilir. (K37.9261583 D23. 1364449) 

Mola bitti, yola devam. Hedef; Korintos üzeri Patras.


Nerede kalmıştık ?

"Mola bitti, yola devam. Hedef; Korintos üzeri Patras" demiştim son olarak.






Korintos'tan geçerek, otoyolları kullanmadan Patras'a doğru yola çıktık. Assos isimli küçük bir köy ya da kasabadan geçtik. Türkiye ile Yunanistan'da aynı ismi taşıyan ya da önüne "Nea" eki getirilmiş ne kadar çok yerleşim yeri var.

Yola devam ettikçe hava kararmaya başladı. Kimi zaman denize sıfır, kimi zaman da denize sıfır köylerin, kasabaların arkasından uzayıp giden yolları geçtik. Patras'a çok yaklaşmıştık ki, bu köylerden, yerleşim yerlerinden birinin içine girip, sahile doğru gitmek ve uygun bir yerde veya kampingde kalmak üzere yer aramayı düşündük.

Girdiğimiz, tek ya da iki katlı evler arasındaki dar sokak bizi Patras'a 10-11 kilometre kala Rio isimli küçük kasabaya getirdi. Patras Köprüsü tüm haşmetiyle tam karşımızdaydı. Rıhtıma demirli araba vapurları. Rıhtımda balık avlayanlar. Hava kararmıştı. Burada konaklamak üzere sağ sinyali yakmıştım ki, arkamdaki otomobil ısrarla ve uzun uzun korna çalarak önüme geçti ve durdu.

TESADÜFÜN BÖYLESİ

"Ne oluyor" demeye kalmadan otomobilin İstanbul (34) plakalı olduğunu farkettim. Otomobilden inen ve adının sonradan Mehmet Büyükzara olduğunu öğrendiğim sürücü yanıma geldi. Ben şoför mahallinden inmedim.

"Yahu ne arıyorsunuz buralarda?"

"Tatile çıktık. Geziyoruz."

"Ne iyi etmişsiniz. Patras çok güzel bir şehir. Burada, Osmanlı'nın yaptığı kale var. Başka Osmanlı eserleri de var. Ben de İstanbul'dan Yunan asıllı arkadaşımın yanına geldim. Lakis Moukanadis (Elektrik Mühendisi) aslen İstanbullu'dur. Türkçe bilir. Çok iyi bir insan. Bir ihtiyacınız, sıkıntınız olursa Lakis mutlaka yardım eder. Telefon numarasını vereyim..."

Benim bir şey söylememe fırsat vermeden Lakis'in hem iş hem de cep telefonu numarasını yazdırdı.

Ben, "Bir ihtiyacım olursa, nasıl olsa bir şekilde çözerim" diye, çok da ciddiye almadan telefon numaralarını defterime yazdım. Ne iyi ettiğimi ertesi sabah anlayacaktım.  Ama önce Patras'ta geceyi nasıl geçirdiğimi anlatayım, sonra ertesi sabah başımıza gelenleri yazarım.

Rıhtımda, balık avlamaya çalışan ama bir türlü avlayamayan bir kaç amatör balıkçı vardı. Denizin kabardığı zamanlarda dalga rıhtımı aşmış olmalı ki, rıhtımın çukur bölümlerinde küçücük gölcükler oluşmuştu. Burada kalacaktık. Ama Gül Hanım, "Dalga büyür de karavanın üzerine gelir mi" diye endişe etti.

"Hiç bir şey olmaz" dedim ve oraya kampımızı kurduk.

Selanik'ten satın aldığımız portatif masamızı çıkarıp açtık. Sandalyelerimizi çıkardık. Denizi ve balıkçıları izlemeye koyulduk. Karnımız toktu. Uğradığımız bir marketten, çeşit çeşit Yunan biralarını alıp, buzdolabında soğutmuştum. Canım bira istedi. Denizli Serinhisar'da stokladığımız karışık çerezi de çıkardım. Açtım birayı, yudumlamaya başladım.

YUNAN AİLEYLE KOYU SOHBET

Bu sırada, balık avlayan 50-52 yaşlarındaki adamın hemen bizim yanımızda, portatif sandalyesinde oturan eşi, Gül Hanımla sohbet etmek için fırsat kolluyor gibiydi. Ufak ufak yanımıza yaklaşınca, Gül Hanım farketmiş olacak ki, Ahmet Yiğit'ten yardım isteyerek, lafı açtı. Yunan kadın hazırda bekliyormuş. Ne o Türkçe ve İngilizce biliyor, ne biz Yunan'ca. Kadının ayakta bekleyen bir de kızı var.  Neyse ki imdadımıza Ahmet Yiğit ile adının Maria olduğunu sonradan öğrendiğimiz, ailenin genç kızı yetişti.

Önce, üç kişi olmamıza rağmen, bagava koyduğumuz 4'üncü portatif sandalyeyi çıkartıp, kızı oturttum.

Ahmet ve Maria'nın aracılığıyla kırk yıllık tanış gibi sohbet ettik.

Bu arada aklıma, dolapta, Türkiye'deyken alıp koyduğum 2 Nestea olduğu aklıma geldi. Çıkardım Nesteaları anne-kıza ikram ettim. Baba balık avlamaya devam ediyor. Gerçi sonradan o da sohbete katıldı bir ara.

Maria ile annesi Nestea'ları açıp içmediler. Ama aldılar. Bu sırada Maria, annesinin evlerinin bahçesinde hobi amaçlı tavuk yetiştirdiğinden söz edip, yumurta sevip sevmediğimizi sordu. Yumurtayı çok sevdiğimizi söyledik.  Hemen arkada otomobilleri varmış. Maria gidip otomobilin bagajından 5 tane, organik yumurtayı getirip masanın üzerine koydu. Nestea ikramımıza karşılık, 5 yumurta hediye gelmişti.

Çok mutlu olduk.



Patras'ta, Rio rıhtımında tanış olduğumuz, sohbet ettiğimiz, karşılıklı hediyeleştiğimiz Yunan aile.

Yunan ailenin bize hediyeleri, 5 yumurta. Biz de onlara 2 Nestea hediye ettik.

Türk ve Yunan ailelerinin koyu sohbeti, dostluğu organik 5 adet köy yumurtasıyla taçlanmış oldu.

Az sonra yanımıza gelen amatör ama beceriksiz (!) balıkçı baba da sohbetimize dahil oldu. Dimitris emekliymiş. Akşamları balık avlamak amacıyla buraya gelirlermiş. Anne ve kızı da ona eşlik ediyormuş zaman zaman. Evleri Patras'ta imiş ama yazları Rio'ya sık sık gelirlermiş.

Biraz sonra  2-3 delikanlı geldi. Bunlardan biri ailenin oğlu Maria'nın abisi Kostas imiş. Kostas'ın tişörtünün önünde "Crayz Driver" (Çılgın şoför) yazıyordu. Baktı kızkardeşi ile Ahmet koyu bir sohbetteler. Fazla yanaşmadı, arkadaşlarıyla sohbet etti, sonradan da ayrılıp, gitti.

Yukarıdaki fotoğrafta Gül Hanım, Ahmet Yiğit, Yunan kadın (Adını not almamışım galiba), kızı Maria ve baba Dimitris.

Altındaki ikinci fotoğrafta da ikram ettiğimiz Nestea'lara karşılık gelen 5 köy yumurtası. (Nestea'ları Maria evine götürdü.)


Saat 22.30-23.00 gibi Yunan aile kalktı, gittiler. Biz de biraz daha oturduktan sonra uykuya çekildik. Pencereleri de açtık. Bölge güvenli bir yer. Hemen arkamızda sabit büfe haline gelmiş ve 'Kantin' olarak adlandırılan iki kamyonet geleneksel domuz etinden çöp şiş (Souvlaki) sigara vs satıyor.  Daha arkada ise gelip geçen tır şoförlerinin konakladığı kamyon parkı.


Not: Souvlaki hakkında daha geniş bilgiyi belki sonra yazarım.

Denizden esen rüzgar, karavanın içine doluyor. Uzun zamandan beri böyle serin, rüzgarlı bir havada, mışıl mışıl uyuduğumu anımsamıyorum. Gecemiz çok iyi geçti. Dalgalar da rıhtımı aşıp, karavana dolmadı :)

Sabah uyandığımızda Gül Hanım kahvaltı hazırlığına girişti. Bense, çevreyi dolanıp, bir-iki fotoğraf çekeyim istedim.

İlk fotoğrafta rıhtımda karavanımız ve ünlü Patras Köprüsü. Köprünün hemen altındaki kalıntı ise Osmanlı'nın inşa ettiği kale duvarlarının kalıntıları.











TÜRK DOSTU LAKİS'İN YARDIMI

Kahvaltıdan sonra, Patras'a gitmek üzere marşa bastım. Ama o da ne? Sürpriizzzzz.... Araba çalışmıyor. Aküde 'tık' yok. Hava parçalı bulutlu. Güneş açsa da aküler dolsa diye biraz bekledik. Yeniden çevirdim kontağı ama ı ıhhh... Yok. Tekrar tekrar denememizde de sonuç değişmedi. Yapacak bir şey yok. Daha doğrusu var. Bir akücü bulacağız. Ama nereden?

Derken aklımıza dün akşam rıhtıma yanaşırken İstanbul plakalı Mehmet Büyükzara'nın verdiği telefon numarası geldi. Mehmet Bey, ertesi sabah başımıza ne geleceğini öngörmüş olmalı ki, biz istemeden, neredeyse zoraki "Bir ihtiyacınız olursa mutlaka arayın" diyerek Lakis'in telefon numaralarını yazdırmıştı.

Hemen defterimi açtım. Yeni Mudanya'dan satın aldığımız Yunanistan hattıyla Lakis'i aradım. Kendimi kısaca tanıttım ve telefon numarasını Mehmet Büyükzara'nın verdiğini belirterek, sorunumuzu anlattım.

Lakis; "Ben şimdi iş için dışarıdayım. Dolayısıyla gelemem. Siz neredesiniz? Yerinizi tam olarak söyleyin, oğlumu göndereyim" dedi ve kapattı.

Çaresiz beklemeye başladık. 15 dakika falan geçmişti ki, bir otomobille 22-23 yaşlarında bir delikanlı geldi. Lakis'in oğlu. O Türkçe bilmiyor ama İngilizce konuşabiliyor. Ahmet yiğit durumu kısaca özetledi. Lakis'in oğlu hemen bir yeri aradı ve

"Akünüzün değişmesi gerekecek. Biraz bekleyin. Bir akücü gelecek ve değiştirecek. Yeni akünün fiyatı 120 Euro imiş. Kabul ediyorsanız hemen gelsin."

Daha ne isteyelim? Hemen kabul ettik. Lakis'in oğlu, telefonla akücüye talimatı verdi ve işine gitmek üzere bizden izin isteyerek ayrıldı.

Teşekkür ettik.

Yeniden beklemeye başladık. Derken 15-20 dakika sonra motosikletli bir adam karavanımızın yanına yanaştı. Motosikletin arkasına bizim pizzacıların, evlere, işyerlerine pizza servisi yaparken, pizzayı, yemekleri koydukları kapalı bir kutu monte edilkmiş. Bu kutu tam da aküye göre imal edilmiş.  Buradan yeni aküyü çıkardı.

Adam, hemen eski aküyü söktü, pratik bir şekilde yenisini taktı. Ben önce "Motoru bir çalıştırayım" diyerek, marşa bastım. Karavan sorunsuz çalışınca akü bedelini (120 Euro) ödedim. Bu arada, herhangi bir sorun çıkarsa yeniden arayabileyim diye akücünün telefonunu defterime kaydettim. Ama bir sıkıntı da çıkmadı.

PATRAS

Bu sorunu da çözdüğümüze göre artık Patras'ı gezebilirdik.

Yola çıktık, 10 kilometre sonra Patras. Rıhtıma yakın yol kenarında ki park yerinden başka bir karavanın yanındaki otomobil çıkınca boşalan park yerine geri geri park ettik. Park manevraları sırasında yoldaki trafiği kısa süre aksattık. Ama hiç kimse de korna çalarak, bizi protesto etmedi. Park işleminin tamamlanmasını sabırla beklediler. Ara not:  Geri görüş kamerası çok işe yarıyor.

Kent merkezinde gezdik, dolaştık, yeniden sahile paralel caddeye geldik. Bu sırada bir marketten yine ufak tefek ihtiyaçlarımızı giderdik. Bu arada, Patras'ın ara sokaklarında kurulmuş bir pazar sona ermiş. Pazarcıların bıraktığı atıklar orta yerdeydi ve temizlik henüz başlamıştı. Antalya'da sokak aralarında kurulan pazar yerleri aklıma geldi. Aynı böyle pis ve kötü bir görüntü. Ne çok benziyoruz Yunanlılarla birbirimize diye bir kez daha içimden geçirdim.

PATRAS KÖPRÜSÜ

Patras, Yunanistan turumuzun en güneydeki son durağıydı. Artık buradan kuzeye, yukarı doğru gidersek, Türkiye'ye dönüş yolu başlamış olacak.  Hatırlarsanız, Kalamata'yı programdan çıkarmıştık. Patras, Mora Yarımadası'nın kuzeybatısında yer alan bir şehir. Yunanistan'ın kuzeyi ile güneyinin birleştiği noktada. deniz burada bir boğaz oluşturuyor. Dolayısıyla Mora Yarımadası'ndan, kuzeye geçmek için ünlü asma köprüyü kullanacak ya da arabalı vapura binecektik. Rio'da kaldığımız süre boyunca araba vapurlarının sefer yaptığına tanık olmadık. Oysa İstanbul plakalı otomobilin sürücüsü Mehmet Büyükzara, köprü yerine araba vapurunu tercih etmemizi, vapurun daha ucuz olduğunu söylemişti.

Buna rağmen, Patras Köprüsü'nden geçtik. Geçişte motokaravan için 13.20 Euro ödedik.

Patras Köprüsü'nü geçtikten sonra önümüzdeki hedef bu kez Preveze ya da Preveza.... Hepimizin, ortaokul, lise yıllarında tarihte okuduğumuz ve göğsümüz kabara kabara anlattığımız ünlü Preveze Deniz Savaşı'nın geçtiği kıyılar.

Deniz kenarlarını, köyleri ve Yunan halkının günlük yaşamını görebilmek, gözlemleyebilmek için yine otoyol yerine sahil yollarını, köy yollarını tercih ettik. Dar ve dik yokuşlardan geçerken hiç de pişman olmadık.

PREVEZE'YE DOĞRU

Patras Köprüsü'nü geçip, kuzeye doğru yol almaya başlamıştık. Hedef önce Preveze, ardından Parga. Artık Yunanistan'ın batı kıyılarında yol alıyoruz. Patras Köprüsü'nü geçtikten sonra navigasyona Preveze'yi işaretledik. Yol tercihlerimizde yine otoyol yoktu. 50 kilometre kadar gittik gitmedik, Yunanistan ana karasının içine doğru giren ince uzun bir koyu küçük bir köprüden geçtik. Bu bölgede deniz kenarında çok şirin evler gözümüze çarptı. Köprüyü geçer geçmez önümüze Dia indirim marketi çıktı. Markete girip, alışveriş yapalım dedik. Bir kaç parça alışverişten sonra marketin tek görevlisi kasiyere yemek yiyebileceğimiz bir yer konusunda önerisi olup olmadığını sorduk. Kasiyer, yaklaşık 500 metre ileride bir lokanta olduğunu söyledi. Önce yürüyerek gidelim dedik, sonradan vazgeçip karavanla gittik. Sahilde kocaman bir restoran ve önünde plaj. Ama bomboş. Henüz Eylül'ü ortası bile olmamış ama tatilciler elini ayağını çekmiş. Türkiye'de okullar 17 Eylül'de açılacaktı. Ama gördük ki, Yunanistan'da okullar 1 hafta önce açılmıştı. Okulların açılmış olması da, sezonun erken kapanmasında etkili olduğunu düşündüm. 

ARNAVUTLUK MU, ALBANIA MI?

Ben karavanı park ederken, Ahmet Yiğit ile Gül Hanım lokantaya girip, ne yenilebileceğini soruyorlardı. Bu sırada bir genç kızın lokantanın bir köşesinde cep telefonuyla konuşması dikkatimi çekti. Ahmet Yiğit gidince telefon görüşmesini sonlandıran bu genç kız lokantanın garsonuymuş. Bir de 35-40 yaşlarında bir kadın. O da aşçı. Aşçı masada genç bir çiftle oturuyordu. Ben de yanlarına gittim. Masadaki erkek, Türkiye'den geldiğimizi anlamıştı.  Kendisinin de Arnavut ve Müslüman olduğunu söyledi. Arnavut dediğimi bakmayın, onlar ülkelerini 'Albania' olarak tanımlıyor. Nedense Arnavut sözünden hoşlanmadıklarını hissettim. Çünkü Selanik ya da Atina da karşılaştığımız iki genç de ülkelerini Albania olarak söylemişler benim "Arnavut" sözcüğümden rahatsız olmuşlar gibiydi. Bunun nedenini bilemiyorum. Araştırmak lazım.

Arnavut çift, restoranın hemen ilerisinde bir diskotek, cafe bar çalıştırıyorlarmış ama sezon bittiği için kapatmışlar.

SAGANAKİ

Lokantada deniz çipurası ve ahtapot, kalamar, karides, midye ne istersek varmış.  Birer çipura ile klasik siparişlerimizi verdik. Ahtapot, karides, midye ve kalamar. Garson genç kız 'Saganaki' adını verdiği peynir kızartmasını da önerdi. İstedik. Gelen kıbrıs'ta çokça yapılan hellim peynirinin tereyağında kızartılmış haliydi. Ama burada 'Hellim' değil, 'Saganaki' diye adlandırılıyor. Belki ikisi farklı şeylerdir.

İşte Saganaki:




Bu arada adının Mary Mellioy olduğunu öğrendiğimiz genç kızla, 'tarzanca' (!) anlaştık.  Masada oturanlar da Arnavut karı-koca. 





Yemeğimizi yedik. 70 Euro hesap geldi. Hesap pusulasına şöyle bir baktım. 

Garson Mary, "Çok mu?" diye sordu.

"Yoo, normal" dedim. 

Yemekten sonra lokantanın tek müşterisi olarak, garsonla, aşçı kadınla ve Arnavut karı-kocayla vedalaşıp yola koyulduk.

Patras Köprüsü'ne geçtikten sonra yola otobandan devam etseydik bu şirin yöreyi göremeyecektik. Yine dağ yollarından geçerek 

Preveze'ye ulaştık ama ağır hareket etmemizden olacak hava yine karardı. 

Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünü denizlerde de gösterdiği, Andrea Doria komutasındaki Haçlı Donanması'na karşı kazanılan deniz savaşına adını veren Preveze'yi şöyle bir dolandık. Konaklayabileceğimiz bir deniz kıyısı aradık. Kimi yerleri beğendik ama daha iyi bir yer bulur muyuz umuduyla dolanmayı sürdürdük. Sonuçta aniden karar değiştirip, kamping arayışına girdik. Navigasyon'dan en yakın kampingleri aradık. Kalamitsi Kamping'e yöneldik. Etrafı zeytin ağaçları dolu dar yollardan geçerek, kampinge ulaştık. Resepsiyondaki genç kızı bulduk ve uygun bir yere yerleştik. 

Çevremizde Almanya plakalı bir motokaravan ile sürekli burada kaldıkları anlaşılan bir kaç çekme karavan var. Çekme karavanın önüne genişçe bir çadır kurulmuş, kocaman bir buzdolabı, televizyon, uydu anteniyle yıllar boyu orada kalacakmış gibi yerleşmişler. 

Aşağıda Kalamitsi Kamping'ten çeşitli fotoğrafları bulacaksınız. Havuzu, bulaşık, çamaşır yıkama üniteleri, kamping alanı, zeytin ağaçları, girişiyle güzel, huzurlu bir kampinge benziyor.

FRENK İBRAHİM PAŞA'NIN MEMLEKETİ: PARGA

Çoğumuzun televizyonda yayınlanan "Muhteşem Yüzyıl" adlı diziden önce adını bile duymadığımız Yunanistan'ın batısındaki bu şirin turistik belde, Türk turistler tarafından ilgi odağı olmuştu bir ara. Gazetelerdeki tur ilanlarında bir ara bazı şirketlerin Yunanistan Turu programına Parga'yı da aldıklarına tanık olmuştum. Bilmem hala tur programlarında mıdır ama ben de bu diziden sonra Parga'yı görmek istemiş ve gezi planımıza almıştım.

Parga'ya doğru ilerlerken gördüğüm, orman içindeki mink bir köy ile bir evin elektrik ihtiyacının tamamını karşıladığını sandığım güneş panellerinin fotoğrafını çektim. Ardından da Parga'ya doğru giderken sol tarafımızda kalan körfez ve dağın kucaklaştığı manzarayı.

Makbul İbrahim Paşa, Frenk İbrahim Paşa ya da öldürüldükten sonraki ünvanıyla Maktul İbrahim Paşa olarak bilinen Pargalı İbrahim'in memleketine doğru Preveze'den yola çıktık.

Kıvrım kıvrım ama yeşil, kenarında küçük köylerin bulunduğu yollardan geçerek Parga'ya yaklaştık. Sanırım Parga'ya 8-10 kilometre kala bir tepenin başına geldiğimizde sol tarafımızda yemyeşil dağların göğsüne göğsüne giren masmavi koylar gözümüze çarptı. Manzara harikaydı.

İşte tam da manzaranın en güzel göründüğü bu noktada, tepenin körfeze en hakim olduğu yere 'Panorama' adında bir restoran kurulmuş. Zaten yavaş gidiyordum. Manzarayı sindire sindire izlemek için yavaşladığımda gördüğüm Panorama restoran'a, aile meclisine sormadan direksiyon kırdım.

Sorduklarında, "Kahve falan içer manzarayı seyrederiz" dedim ama restorana girince fikrimiz yine değişti. Acıkmıştık galiba. Hemen yine deniz ürünlerinden oluşan siparişlerimizi verdik ve bu güzel manzarayı doya doya izleyerek, adeta hafızalarımıza kazıdık.

Körfezin mavi sularındaki küçük yelkenliler, birer beyaz kelebek gibiydiler. kimi de sürat teknesiyle, suları yararak, ardından beyaz köpüklerden oluşan bir çizgi bırakıyordu.  Burada da sanırım 1-2 saat oyalandık. 

VE PARGA'DAYIZ

Panorama Restoran'dan ayrıldıktan 10-15 dakika sonra Parga'ya ulaştık. Parga'nın arkası dik bir dağa yaslanmış. Preveze'den Parga'ya, oradan İgoumenitsa'ya ulaşan yol dar. Kasabanın içine doğru girdik, uygun bir park yeri aradık. Ama yollar daracık ve kıvrımlı. Girdiğimiz çıkmaz sokaktan güç bela geri manevra yaparak, yeniden Preveze-İgoumenitsa yoluna çıktık ve iki aracın arasında karavanımızın sığacağı kadar bir yer bulup, park ettik. Yürüyerek tekrar kasaba merkezindeyiz. Sokak araları hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu. Sahilde ise restoran ve kafelerin yanı sıra yine hediyelik eşya satan küçük dükkanlar var. Önümüzde deniz, geri dönüp baktığımda, giderek yükselen yamaçta 2'şer katlı rengarenk evler gördüm. Küçük ama şirin bir kasaba. Burası eski bir balıkçı kasabasıymış. Pargalı İbrahim'de, kaçırılıp Manisa'ya getirilmeden önce burada yaşarmış, çocukluğunda. Kökeni Rum ya da İtalyan olmalı ama kesin olarak bilinmiyor. İtalyan olması uzak ihtimal değil. Çünkü Parga'nın karşı kıyıları, İtalya'nın güneydoğusundaki şehirlere kuş uçuşu çok uzak olmasa gerek. 

Gezdik, dolaştık bir cafeye oturup 3 dondurma söyledik. 18 Euro hesap özellikle Gül hanım'a tuzlu geldi. 

Ardından bir hediyelik eşya dükkanına girdik. Atina'da beğenip de, pahalı bulduğumuz için almadığımız ama sonradan pişman olduğumuz zeytin ağacından yapılma döveçleri burada da bulduk. Bu dükkandaki fiyat da Atina'dakinden belki 1'er Euro daha ucuzdu. Kendimiz ve akrabalar için toplam 4 sarımsak döveci aldık, Ahmet Yiğit de kendisine küçük bir hediyelik. Pazarlıkla toplam fiyatı 7-8 Euro aşağı çektik ve alışverişimizi tamamladık. 

Parga'nın hemen önünde iskele batıya doğru uzanırken, batı kısmı ise plaj. Plaj tıklım tıklım. Güneşlenenler, denize girenler. 

Parga'yı 30 yıl öncesinin Side'sine benzettim. Side o zamanlar doğal, küçük evlerin pansiyonların olduğu tatil beldesiydi. Şimdi devasa otellerle betonlaştı. Parga hiç ama hiç bozulmamış. Evler, yapılar aynen korunmuş ama yeni bina yapılmasına izin verilmemiş. 

10 yıl kadar önce İtalya Turizm Bakanlığı'nın davetlisi olarak gittiğim İtalya'nın batı kıyılarındaki Portofino da Parga'ya benziyor. Ama Portofino'nun marinasına dolar milyonerlerinin, jet sosyetenin her biri on milyonlarca dolarlık lüks yatları yanaşıyor. Parga ise daha mütevazı, kendi halinde bir kıyı kasabası. Elbette bir kaç yüz yıl önceki gibi yalnızca balıkçılıkla geçinmiyor Parga halkı. Turizmden nasiplerini alıyorlar. Ancak, açgözlülük yapıp, 5 odalı pansiyonlarının üzerine çirkin betonlarla katlar çıkıp yatak kapasitelerini artırmayı düşünmüyorlar.

Portofino da da aynısını gözlemlemiştim. Dünyanın en ünlü tatil beldelerinden biri. (Bir zamanlar ıslıkla başlayan ve dalganın kıyıya vurduğu seslerle devam eden o romantik Portofino şarkısını anımsayanlarınız var mı? "I found my love in Portofino" Aşkımı Porotfino'da buldum. Hey gidi günler hey... Ne romantik şarkıydı.) İstense, 300-500 odalı 5 yıldızlı dev oteller yapıp, Portofino'yu kitle turizmine açabilirler. Ama var olanı korumayı yeğlemişler. Hatta jet sosyetenin geldiği Portofino Kasabası'nın içinde doğru dürüst otopark da yok. Aracınızla Portofino'ya gitmeye kalkarsanız, karşıdan başka bir araç geldiğinde yok kenarına çekip beklemek zorundasınız. Kasaba içine otomobille girebilmek için de başka bir otomobilin Portofino'dan ayrılmasını beklemek gerekiyor.

Neyse, konuyu dağıtmadan Parga'dan bir kaç fotoğraf yükleyeyim.  

Parga sokakları

Parga sahili

Parga sahili

Parga

Parga rıhtımından karşıya bakış


Parga'da güzel bir ev

Parga evleri

Parga kıyıları

Parga kıyıları

Parga'dan bir ev

Parga plajı

Ataları, dedeleri Parga'dan gelen arkadaşlarım var. Gidip göremedikleri ata topraklarının fotoğraflarına bakarak, özlem gidersinler en azından. Ben onlar adına Parga'nın havasını daha derin içime çektim ve sokak aralarında Parga'dan Anadolu'ya göç edenlerin izlerini aradım. 

Aşağıdaki fotoğraflarda Parga Belediyesi'nin mütevazı binasını göreceksiniz.

Parga Belediye binası

Parga Belediye binası


İGOUMENİTSA

Parga'yı da gezdik dolaştık. Yedik, içtik, dinlendik. Yolcu yolunda gerek. Ne de olsa seyyahız. Bir yerde azıcık fazla durursak, kurtlanıyor muyuz ne? Günlerce, aylarca Parga'yı göreceğim diye hayal kur, sonra da 2 saatte başka yere gitmek için can at.

Dedelerim Yörük'müş. Ondan herhalde bu canıtezlilik.

Neyse, yine çıktık yola. Parga'dan sonra ilk köy. Köy kahvehanesi (Daha doğrusu köy cafesi) önünden geçtik. Bir kaç aile mutlu mesut oturuyor. Ama yol hem sağa keskin bir viraj yapıyor hem de dik. Stop ettirmeden geçtik. Böyle bir kaç yola daha girdik. Geldik bir başka köy yolunaa. Gidelim de ne görelim. Çalışma nedeniyle yol kapatılmış.

Haydi geri dön. Döndük tabii...

Köy içindeki bir sokaktan başka bir yola çıkacakken, yanımıza bir otomobil yanaştı. "Nereye gitmek istiyorsunuz, yol soracaksanız tarif edelim" der gibi baktılar.

Bakışlardan anladım ve sordum. 

İgoumeniitsa...

"Beni takip et" der gibi bir hareket çekti. Türkler de birilerine yol tarif etmeyi çok sever değil mi? Yabancı dil bilmese de, elle, kolla, bağıra çağıra, "Şurdan git. Trafik lambalarından sağa dön. Marketin ordan dal içeri..." 

Ama en güzel iki yol tarifi aklımda... Birisi Suriye'den. Halep'teyiz. Türkçe bilen esnafa bir yeri sorduk. Yolu şöyle tarif etti.

"Su fışkırtısının oradan dön..."

Su fışkırtısı dediği, fıskiyeli havuz...

Diğer yol tarifi Makedonya'dan. Ohrid'teyiz.... Gideceğimiz yeri bulamayınca birine sorduk. Türk. 

Doğru git. İkinci semaförden sola dön. 

Semaför ne yaa....

Aile fertleri birbirimizin yüzüne baktık. Ama sonra anladık. Trafik lambalarına Makedonya'da "semaför" deniyor.

Neyse lafı uzatıp, karıştırmayayım. 


Düştük otomobilin peşine. Ama az sonra navigasyon yeniden devreye girdi ve gideceğimiz yolu hatırlattı. Navigasyon'da otoyol tercihini çıkartmıştık ya...

Bir köprülü alt geçititen sonra, Yunanistan plakalı araç, daha düzgünce otoyoldan hallice bir yola saptı, bizse navigasyonun sözüne uyduk. Adam, peşinden gelmediğinizi anlayınca, durdu. Biz otoyola paralel giden yoldan şöyle bir el salladık. Yola devam... Adam peşine takılacağımızdan umudunu kesti o da gazladı.

Zaten 20 kilometre kadar yol kalmıştı. Akşama doğru İgoumenitsa'ya vardık. Şöyle bir dolandık. denize paralel yolda İtalya'nın çeşitli limanlarına sefer yapan feribotlar için bilet kesen gemi acenteleri sıralanmış. Buraların müşterilerinin yüzde 90'ı Türk gurbetçiler olmalı. Uygun bir yer bulup karavanımızı park ettik ve dolanmaya çıktık. 

Yaklaşık 1-,1-5 kilometre kadar yürüyüp, bir arka caddeden dönüşe geçtik. Bu sırada benim tansiyon ilacımın bittiği aklıma geldi. Trafiğe kapalı sokaklar arasındaki bir eczaneye girdim. Eczacı benden önceki müşteriyle ilgilenirken, duvarddaki diplomaya gözattım. Eczacımız İtalya'daki bir eczacılık fakültesini bitirmiş.

Sıra bize gelince isteğimi söyledim.

Delix 10 miligram.

Eczacı, her ülkede ilaç isimlerinin farklı olabildiğini, Yunanistan'da Delix isminde bir ilaç olmadığını belirterek, etken maddesinin ne olduğunu sordu. Hatırlayamadım.

Karavana döndük. İlaç çantama baktım. İlaçtan 1 tane kalmış. Onu aldık, döndük aynı eczaneye. Eczacı ilacın konulduğu plastik tabakadan etken maddenin ismini okudu ve başka bir marka olan ilacı çıkardı ve üzerindeki etken maddeyi okudu. 

Evet. Aynı ilaç.

Fiyatını sorduk.  10 Euro imiş. Türkiye'de 15-16 lira civarındaydı. Demek ki, Yunanistan'da ilaç fiyatları Türkiye'den biraz daha pahalı. Çare yok. Her gün kullandığım raporlu ilaç. 

Eczaneden çıktık, yan ve arka sokaklarda en az 6-7 eczane daha. Türkiye'de de hastane yakınında 15-20 eczane yan yana dizilir ya... Onun gibi. Demek ki yakınlarda hastane var. Ya da kent merkezi olduğu için eczaneler bu bölgede yoğunlaşmış.

Karavana döndük. Gül, parkettiğimiz yerde geceyi geçirebileceğimizi söyledi. Ben gürültü olur diye itiraz ettim. Atladık karavana, uygun bir yer aradık konaklamak için. Gezdik, dolaştık. Kimi yerleri Gül hanım, çok ıssız diye tercih etmedi, kimi yerleri ben, gürültüden istemedim. Sonunda deniz kenarındaki bir parkın yanına konuşlandık. Parkta gruplanmış 2'şer 3'erli gençler bir süre sonra çekildi. Ancak, parkın karşısındaki yol cafelerle dolu. Gelen, geçen, otomobiller, motosikletlerin gürültüsü kesilmedi geç vakte kadar. Nihayet bir şekilde uyuduk.

Sabah, kahvaltı yapmadan Kalambaka-Meteora'ya gitmek üzere yola çıktık. Seyahatin sonuna doğru geldikçe acelemiz arttı mı ne?

Yol boyunca, uygun bir yerde hem yakıt alırız, hem de kahvaltı yaparız diye düşündük. Yakıt için otoyoldan ayrıldığımızda kahverengi bir tabela karşımıza çıktı. Waterfall yani şelale. Şelalenin dibinde kahvaltı güzel olur diye, tabelayı takip ettik. 

Heyhat...

20-30 km kadar geri döndüğümüz halde şelaleyi bulamadık. Şelaleyi aramaktan vazgecip, yol kenarındaki gölgelik alana çektik karavanı. Başladık kahvaltıya. 

İgoumenitsa'dan Yanya'ya doğru, kahvaltı için mola yeri

Burası bir kaç köyün yollarının birleştiği bir kavşak noktası olmalı. Serin bir havada kahvaltımızı yaparken bir şey dikkatimi çekti.

Karşıdan genç bir kadın ya da genç kız, bize doğru yürüyor. Muhtemelen az yukarıdaki köye gidiyor. Daha büyük bir yerleşim yerinde oturup, buraya öğretmenlik yapmaya gelen birisiymiş gibi geldi nedense. Kimbilir, belki de doğru tahmin ettim.

Genç kadın, bize yaklaştığında yolunu değiştirdi ve yolun karşı tarafına geçti. Gül Hanım'ı görmemiş olmalı. Çekindi mi ne? Kendini güvenceye aldı sanırım. 

Neyse kahvaltıdan sonra yola devam...

Ama hala depomuzu fulleyemedik. Neyse bir süre daha idare eder.

Tekrar otoyola girdik ancak yakıt azaldıkça huysuzlanıyorum. Nedense depoyu yarıdan aşağı düşürmeden dolduruyorum. Elin memleketinde yolda kalacağımdan korkuyorum galiba.

IOANNINA YA DA YANYA

Bir süre sonra önümüze İoannina yol ayrımı geldi.

Gül Hanım'ın, "Bu şehre girelim, hem yakıt alırız, hem birer kahve içeriz" önerisi hemen kabul gördü. Kentin girişinde yol yapım çalışmaları vardı. Kent merkezine geldiğimizde bir iki tur attık ama park edecek yer yok. Büyükçe bir şehir. Bu turlarımızdan biriinde girdiğimiz ara sokaklardan birinde, epeyce yıpranmış ama henüz harabe haline gelmemiş bir cami de gördük. Oysa, cai için kahverengi yönlendirme tabelası da vardı Caddede. Yani turistik bir yapı olarak kabul edilmiş ki, kahverengi tabela konulmuş.

Caddede park yeri bulamayınca yola devam... İyiki de devam etmişiz. Göl kenarındaki Osmanlı yapımı kale çıktı önümüze. Kalenin arkasına doğru dolandığımızda, sol tarafta göl, göl kıyısında cafeler, asırlık ağaçların koyu gölge yaptığı yol, yolun sağında da kalenin ihtişamlı duvarları... Az sonra bir otomobil park yerinden çıkınca, açılan aralığa karavanımızı sığdırıp sığdıramayacağımızı şöyle bir ölçüp biçip, az ileri gidip, geri manevrayla karavanı park etmeyi başardık. 


Yanya'da göl kıyısına parkettik karavanımızı

Hemen gezintiye çıktık tabii. Kaleden geçtik, kale kapısından içeri girdik. Bir kaç hediyelik eşya dükkanı ve bakkaldan sonra evler. Kale içindeki dar sokaklarda yaşam hala sürüyor demek ki.

HACİVAT İLE KARAGÖZ NERELİ?

Kale'den çıkıp yürümeye devam. Bölge kentin turistik merkezi. Hediyelik eşya mağazaları çeşit çeşit ürünler satıyor. Bunlardan biri tespih... Bir diğeri ise gölge oyunu kahramanımız Karagöz ile Hacivat'ın deri kuklaları. Karagöz ile Hacivat nereli sorusu geldi aklıma.

Bursa'da Ulucami'nin inşaatında çalışmamışlar mıydı bunlar?

Yine Türk-Yunan kapışmasına konu olacak bir malzeme. Hacivat ve Karagöz. 
Tesbih. Demek ki Yunanlılar da tesbih kullanıyor.

Karagöz-Hacivat da hediyelikler arasında.




Hacivat-Karagöz meselesine çok da kafayı takmadan Yanya sokaklarında dolaşmaya devam ediyoruz. Ne de olsa, bu tartışmaların sonu gelmez. Yahu yıllarca içli dışlı, hemhal olmuş iki halkın ortak kültürel değerleri olması ve her iki tarafın da bu kültürel değerleri yaşatmak için sahiplenmek istemesi ne hoş değil mi? Niye yadırgıyoruz ki. Değil mi ama?


Yanya (İonnina) sokakları bize hiç yabancı gelmedi nedense (!)

Neden acaba?

Hele ara sokaklara girdiğimizde, 2 katlı, toprak sıvası yer yer dökülmüş evler, sanki benim doğup büyüdüğüm evler gibi. Bir fark var. Biz Türkiye'de bu tür evleri, sokakları koruyamadık. Rant hırsı uğruna, tüm sokakları betonlaştırdık. Geçmişin izlerini, acımasızca silip, süpürdük.

Bugün aklımız başımıza geldi mi dersiniz? Pek sanmam.

Neyse konuyu yine dağıtmayayım.

Fotoğrafın (görsel malzemenin) yazıdan daha etkili olduğunu bilenlerdenim. Mesleğim bu. Okumaktan ziyade, gözlerimizle gördüğümüze inanmayı tercih ettiğimizden midir nedir?

Bu nedenle, Yanya sokaklarını anlatmak için yazı yerine, bir kaç fotoğrafa daha yer vereyim. Akıllarda daha iyi kalacağını biliyorum.
Ölümler, A4 boyutundaki kağıtlarla, davurlara, panolara asılarak duyuruluyor.

Bıyık ve fes tanıdık da, etek ve hac ne iş anlayamadım.

Osmanlı İmparatorluğu tarafından yaptırılan Yanya Kalesi

Yanya Kalesi'nin kapı girişinin üstünde Osmanlı tuğrası.



Yanya sokakları. Anadolu'daki eski sokaklara ne çok benziyor.

Yanya'da bir sokak tabelası.

Tabelanın hemen altında pastanenin baklava reklamı.

Yanya Kalesi'nin göl tarafındaki cadde. Asırlık ağaçların koyu gölgesi.

Fotoğraflara dikkatlice bakıyorsanız, benim ilave etmem gereken bir şey yok gibi görünüyor. Yalnızca bir iki hususa dikkatinizi çekmek istiyorum.

Birincisi, Yanya Kalesi'nin kapı girişinin üstündeki Osmanlı tuğrası...

İkincisi, bir sokak tabelası. Sokağın ismi K. Karamanlı Sokak ismi ve Osmanlı tuğrası, Yanya'daki Osmanlı izlerinin hala belirgin şekilde durduğunun kanıtı.


Ionnina sokaklarında gezintiye devam ediyoruz. Daha önce Makedonya'da da (Ohrid, Struga ve Üsküp'te) görmüştüm. Bu bölgede, vefatlar, duvarlara asılan A4 boyutundaki, fotokopi ilanlarla duyuruluyor. Kentin belli başlı yerlerine konulan panolar ve direklere yapıştırılıyor bu ilanlar. Merhumun bir fotoğrafı, bir haç işareti ile merhuma ilişkin ayrıntılı bilgiler yer alıyor. Bazı ilanların, önceki yıllarda ölenlerin anma törenlerine ilişkin olduklarını sanıyorum. 

AYNI TOPRAKLARIN İNSANLARIYIZ

Yazımın ilk bölümlerinde değinmiştim. Gezdiğim şehirlerle ilgili ansiklopedik bilgi vermek istemiyorum. İnternet çağından herkes, her türlü bilgiye çok kısa sürede ulaşabiliyor. Bu nedenle Ionnina'nın nüfusu, tarihi, arkeolojik, kültürel değerleri gibi bilgilere yer vermenin manası yok. Zaten vermek istesem, ben de internete başvuracağgım ve bazı bilgileri oradan kopyalayıp, yapıştıracağım. Bizi gezdiren bir rehber de olmadığına göre, gezdiğimiz şehirlerle ilgili ya önceden okuduklarımız ya da gözlemlerimizi, gördüklerimizi harmanlayarak yazmak durumundayım.

"Gezmişler, görmüşler ama yemeden içmeden başka bir şey de kalmamış geride" diye düşünmeyin lütfen. Her gezi, farklı kültürleri, toplumları gözlemlemek, yeniden yorumlamak bakımından çok önemli. İnsanın dünya görüşünün de değişmesine, gelişmesine imkan sağlıyor.  Bu sayede farklı kültürlere, dinlere, ırklara, milliyetlere, anlayışlara, ideolojilere daha hoşgörülü yaklaşabiliyor insan. Çocukluğumda "Yunan" deyince aklıma "Yunan Gavuru" gelirdi. İmge böyle oturmuştu beynimde. Yunan'ın "gavur" olmadığını, onların da benim gibi, iki eli, iki ayağı, beşer parmağı, kaşı gözü olan, yürüyen, düşünen, gülen, ağlayan, kızan, öfkelenen, duyguları olan, duygularını bastıramayan canlılar olduğunu gördüm.

Son yıllarda, bırakın başka ülkelerde yaşayan farklı milliyet ve dindeki insanlara yönelik hoşgörüyü, kendi ülkemizde, kentimizde hatta mahallemizdeki insanlara nefret duygularımızın arttığının farkında mıyız? Herkeste bir nefret söylemi. "Birisi başkasının cenazesi için de ağlarım" dediğinde, bunun insani bir duygu ifadesi olduğunu görmezden gelip, neredeyse iki elimizle boğacağız.

İşte bu nedenlerle gezmek, seyahat etmek, farklı şehirleri, köyleri, mezraları, insanları, dinleri, ibadethaneleri görmek gerekiyor. Çocuklarımın bazı isteklerine "hayır" diyebilirim ama seyahat isteklerine, eğer imkanım elveriyorsa hiçbir zaman olumsuz yanıt vermemeye çalışırım.

Konuyu yine dağıtmaya başladım. Nasıl toparlayacağımı bilemiyorum ama bazen klavyeme hakim olamıyorum galiba.

Kendimi bir kez daha sadede gelmeye davet ediyorum.

İki fotoğraf daha yükleyip, nerede kaldığımızı hatırlayalım. Sokaklarda dolanırken, rastladığımız Türkçe bir sokak tabelasından söz etmiştim. Bu tabelanın fotoğrafını geniş açıyla çektiğimizde, hemen altında, yandaki pastanenin baklava reklamını görüyoruz.

"Yabancı Damat" dizisindeki baklavacı ailenin, Yunan dünürleriyle yaptığı baklava çekişmesi geldi aklıma. En iyi baklavanın nerede yapıldığı kavgası. Ama bu konuda çok da hoşgörülü olamayacağım. Bana göre en iyi baklava Antep'te yapılandır. 




Ioannina sokaklarında yeterince gezdik. Karavandan epeyce uzaklaştık. Artık farklı sokaklara girerek geri dönme zamanı. Çok da acelemiz yok ama bu akşam Kalambaka (Kalabaka) Meteora'da olmamız gerekiyor. Bir sonraki gün de İstanbul'a doğru yola çıkacağız. Kafamızdaki plandan, bir-iki gün önce tamamlamış olacağız turumuzu. Bu nedenle, bazı yerleri kısa kesmek durumunda kalıyoruz.

Özellikle kale duvarının kenarındaki, göle yakın caddedeki ağaçlar görülmeye değer. Yolun üstünü tamamen kaplamış ve gölgelemiş. Tekrar göl kıyısına döndük. Kadın, közde mısır patlatıyor. Gül Hanım'ın canı közlenmiş mısır çekti.

Sorduk. 2 Euro imiş. Pahalı.  1 tane aldık.

Mısırın közde pişmesini beklerken, ben yandaki banka oturdum. Senegalli olduğunu sandığımız seyyar satıcıcıya laf attım. Türkiye'deki gibi kaldırımlarda saat, çanta vs satıyorlar.

Tahminim doğru çıktı. Senagalli imiş. Kaldırımdaki diğer seyyarlar da hemşehrisi.

O da bana sordu "nerelisin" diye.

Türk olduğumu söyleyince, gözlerindeki sevinç pırıltısını fark ettim. Bir kaç yıl İstanbul'da kalmış. Aynı işi yapmış. İstanbul'un ne kadar büyük, ne kadar güzel bir şehir olduğundan söz etti.

"Müslüman" din kardeşliğimiz de yakınlaşmamızda, sempatik bir diyalog kurmamızda etkili oldu. Kısa süren sohbeti, dostluğu fotoğrafla kalıcılaştırmak istedim. Kırmadı. Birlikte fotoğraf çektirdik.

SENAGALLİ SEYYAR SATICI

Senegalli satıcıyla vedalaşıp, yola devam ettik. Zaten karavanımıza yaklaşmıştık. Önce göl kenarındaki bir heykelle fotoğraf çektirdik. Sonra karavanımızın bulunduğu sol tarafı göl, sağ tarafı kale duvarı olan caddeyi fotoğrafladık.

Heykelleri bulunduğu kente kimlik kazandıran sanat eserleri olarak görmüşümdür. Her ne kadar bu "ucube" sanata ülkemizde sempatiyle bakılmasa da iyi sanatçıların elinden çıkmış heykeller kenti güzelleştirir. Nasıl evimizin en özendiğimiz, en güzel bölümü olan salonumuza en iyi mobilyalarımızı koyup, üzerine değerli biblolar koyuyorsak, kentlerin de en güzel caddelerine konulan heykeller, bulunduğu mekana farklı bir güzellik katıyor.

Ioannina turumuz da bitti. Yeniden çıktık yola. Navigasyona yüklediğimiz hedef bu kez Kalambaka. Haritalarda Kalabaka yazıyor. Bu kasabanın yanındaki Meteora'yı göreceğiz.

Vakit daraldı. Önce otoyoldan gideceğiz, daha sonra mecburen dağ yollarına vuracağız.

İoannina'dan çıkmamız neredeyse 30 dakikayı buldu. Küçük sandığımız şehir o kadar da küçük değilmiş. Gözüme Ioannina Üniversitesi tabelası takılıyor. Sonradan internetten okuyorum. Burası önemli bir üniversite şehriymiş. Kışın nüfusu 100 bin civarında olan şehrin nüfusu, yazın öğrenciler memleketlerine dönünce 30 bine kadar düşüyormuş.

Bir belediye otobüsünün peşine takıldık. Bir kaç yüz metrede bir durakta yolcu indirip, bindiriyor. Sollayamıyoruz da. Bu yüzden epey vakit harcadık.


Otoyoldan Kalambaka yoluna ayrıldıktan sonra görünen köylerden biri.





Otoyol geçiş ücretlerinin gösterir tabela

NAVİGASYONUN FAYDALARI

Neyse sonunda çıktık otoyola. Bastık gaza. Bastık gaza dediğime bakmayın. Otoyolda bile 100 km hızı geçmiyorum. Kazara geçsem, Navigasyon'daki "Zeynep" "Hız sınırını aştınız" diye uyarıyor.

Zeynep kim mi?

Benim cihazda 3 farklı kadın sesi yüklü. (Nedense erkek sesi yüklememişler.) Biri Zeynep, diğeri Sibel, üçüncüsünü hatırlamıyorum. Ben en çok Zeynep'in sesini sevmişim ki, Ayarlar'da Zeynep sesini tercih etmişim.

Hadi  Zeynep'i anladım. Zırt pırt uyarıyor. "Hız sınırını aştınız." Tamam da bir de Gül hanım var. Hangisi hangisinin kuması bilemiyorum ama kurmuşlar bir koalisyon, gaz pedalına azıcık yüklenmeme izin vermiyorlar.

Zeynep Hanım'ın arkasından Gül Hanım'ın uyarısı geliyor.

"Bünyamin, biraz yavaş. Bak burada hız sınırı 90 kilometre."

Navigasyon uyarıyor: "800 metre sonra sağa dönmeye hazırlan."

Arkadan Gül hanım: "Biraz sonra sağa döneceğiz, sağ şeride geç."

Tamam. Anladık.

İşin şakası bir tarafa. Navigasyon hakikaten çok işe yarıyor. Ama yanımdaki sevgili eşimin yerinde ve zamanında uyarıları, yardımları çok daha işe yarıyor. Onun uyarıları, zaman zaman dikkatimi toplamamı sağlayan seslenişleri sayesinde binlerce kilometreyi kazasız, belasız. Üzülmeden kat edebildik.

Yunanistan'daki otoyol ücretlerinden söz etmiştim değil mi? Önceki (2009) seyahatimizde Yunanistan'da otoyol ücreti ödediğimizi hatırlamıyorum. Ama bu kez, 20-30 kilometrede bir tak 5 Euro. Ekonomik buhranın acısı bizden çıkartılıyor anlaşılan.

Ama bir yandan da hak vermiyor değilim. Ioannina'dan çıktıktan sonra, onlarca tünel ve viyadükten geçtik. Bu konforun elbette bir bedeli olmalı. Aksi halde 1 saatte gittiğimiz yolu 3-4 saatte ancak geçebilirdik. Çünkü bölge dağlık.


Seyahatimizin Preveze bölümünde yazmam gereken ama unuttuğum bir konuyu buraya yazayım.

Patras'tan çıkıp Preveze'ye otoyollar yerine alternatif yollardan gidiyorduk ya... Preveze'ye bir kaç kilometre kala önümüze bir ödeme gişesi geldi. Anlam veremedik. Otoyol kullanmamıştık ve navigasyondaki planlamaya göre otoyola da girmeyecektik. Paşa paşa 5 Euro'yu öderken, Ahmet Yiğit gişe görevlisi kadınla diyalog kurmaya çalıştı.

"Otoyoldan gelmedik. Otoyola da girmeyeceğiz. Bu ne parası?"

Kadın İngilizce bilmiyordu. Doğru dürüst yanıt veremedi.

Ama az sonra anladık, bunun ne parası olduğunu.

Preveze'ye ulaşmak için, adeta bir iç deniz gibi olan Ambracian Körfezi'ni Akdeniz'le buluşturan dar boğazını deniz altından geçiyorduk. Deniz altında bir kaç kilometre (3-4 kilometre olabilir) gittikten sonra, Preveze'ye ulaştık.


Preveze'de deniz altındaki bu yoldan geçtik.

Kaldığım yerden devam ediyorum.


Bir kaç gişede 5'er Euro ödedikten sonra, Kalambaka-Trikala yol ayrımına geldik.Artık otoyoldan çıkacağız. Sağa döndük. Yol tabelası Kalambaka'ya 41 kilometre kaldığını gösteriyor.

Epey yüksekteymişiz ki, hep iniş...

Gül Hanım'ı tuttuğu notlara baktım. Şöyle yazmış Kalambaka yolunu.


"Amma indik haa!"


***

VASİLİKİ İNCİRİ

Kalambaka'ya bir kaç kilometre kalmıştı ki, ağaçların gölgelediği yolun sağında ve solunda meyve satılan iki tezgah, birinci tezgahı geçtikten sonra durduk. Sağa iyice yanaşıp indik.

Önce yolun karşı kısmındaki 60-65 yaşlarındaki kadın satıcı geldi yanımıza. Onun tezgahına uzaktan baktıktan sonra, geride kalan tezgaha doğru yürüdük. Buradaki satıcı da bir kadın, hemen hemen aynı yaşlarda. Tezgahını da evinin hemen önüne kurmuş. Çeşit çeşit meyveler, pekmez ve ceviz içinden yapılmış, Elazığ'da ve çevresindeki ilçelerde "Sucuk" adıyla satılan tatlı.

İncir güzel görünüyordu.

Satıcı kadın ısrar etti.

"Prova... Prova..."

Tadına bakın demek istiyor. Önce Gül Hanım birini soydu yedi, sonra da ben bir başkasını. Harikaydı. Yıllar yıllar önce, İncirliova (Aydın) yakınından geçerken küçük bir sepette satın aldığımız ama tadını hala unutamadığımız incirleri anımsadık.

Fiyatını sordum.

"5 Euro"

TL karşılığı 11-12 Lira.

Fiyatı pahalı bulduğumu ifade etmek için öyle bir uzun ıslık çekmişim ki...

Kadın hemen düzeltti. "4 Euro".

Ahmet Yiğit espriyi patlattı.

"Baba ıslığı biraz daha uzatsaydın kesin 3 Euro'ya inecekti."

Yine de pahalı olduğunu söylediğimizde kadın noktayı koydu.

"Ama bu Vasiliki inciri."

Hımm. Demek ki Vasiliki inciri, bizim İncirliova inciri gibi nam salmış bir incir türü. Çaresiz aldık.

Diğer meyvelerden de ikram etti kadın.

"Prova... Prova..."

Ürünlerine o kadarg üveriyor olmalı ki, tadına baktığımızda alacağımızdan emin.

1'er kilo üzüm ve nektarin aldık. 2'şer Euro. Toplam 8 Euro ödedik. Kadın başka meyvelerin de tadına bakmamızı önerdi ama bu kadar yeterli.

Bu arada, tezgahın hemen arkasındaki kadının evine gözattım. Bahçe kapısından kafamı uzattım. Çok güzel bir mimari ve tertemiz bir yapı. Önünde ise, tepesinde bir haç bulunan küçük bir ibadethane olduğunu düşündüğüm bir başka yapı.
İşte köy evi dediğin böyle olur.



Yol kenarındaki tezgahta meyve satan kadının evi.

Kalambaka yakınında, yol kenarında meyve, bal, pekmez satan kadın, bir yandan da odun ateşinde, kazanda pekmez kaynatıyor.




TANRI'YA YAKIN OLMAK İÇİN


İnciri hemen oracıkta tükettik. Nektarin ve üzümü yanımıza aldık. Yola devam. 3-4 kilometre gittik gitmedik, Kalambaka'ya ulaştık. Önce küçük şehir merkezinde şöyle bir tur attık. Kentten azıcık çıktığımızda dik bir kayalığın altında ikişer katlı evlerin bulunduğu bir yere geldik. Görmek istediğimiz yer burası olmamalı. 



Yeniden kente döndük. Bu kez ters istikamete... Amacımız kasaba merkezinde turizm danışma ofisi bulmak. Broşür, harita temin etmek. Kent merkezine geldik. Bir kaç kişiye sorduktan sonra turizm danışma ofisini bulduk ama kapı duvar. Vakit akşama yaklaşıyor. Bir başkasına daha danıştıktan sonra Meteora'ya gitmek üzere yeniden yola çıktık. Öyle arada uzak mesafeler olduğunu sanmayınr. Kalambaka zaten küçük bir kasaba. Kasabanın bittiği yerde de Meteora başlıyor. Kilisenin yanındaki boşluğa karavanımızı park edip, yürüyerek keşfe çıktık. Bir taksi durağının elektrik direğine koyduğu sepette yöredeki oteller, restoran bilgilerinin yanı sıra, kiliselerin, manastırların bulunduğu bir harita da yer alıyor. Bir tane aldım. 

Kısa süren keşif turunda, artık manastırların kapalı olduğunu öğrendik. Zaten bu akşam dinlenip, gezimizi yarına bırakmayı planlamıştık. 



Öyle yaptık. Bir internet sitesinde Meteora civarındaki lokantalarda satılan kuzu kokoreçin ününü okumuştum. Bir kaç lokantaya gittik. Kokoreç sorduk. Kuzuların kesim zamanı değilmiş. Bulunamazmış. Oysa Türkiye'de her vakit bulunuyor. Demek ki, Türkiye'de dondurularak saklanıp, her mevsim satılabiliyor. Kokoreçten de vazgeçtik.

Şimdi sıra, nerede kalacağımızı kararlaştırmakta. Meteora'da kampingler var. Ama biz yine kamp dışı konaklamayı tercih ettik. Önce bir restoranın otoparkını gözümüze kestirdik. Sonra biraz daha dolanalım derken, Kalambaka'dan Meteora'ya giderken, 3-4 yolun kesiştiği bir kavşakta, geniş bir  alanı uygun gördük. 

Karavanı sağa yanaştırdık. Resmi bir kuruma ait olduğunu sandığımız bahçeli bina boştu. Gül Hanım'ın hazırladığı bir şeyleri yedik. Uyuyacağız ama, köşe başında toplanmış yanlarında köpekleri olan gençlerin gürültülü sohbetlerinin yanı sıra, gelip geçen motosikletler de huzur vermedi ki...

Gece 24.00'e doğru biraz olsun sessizlik hakim olunca, uykuya dalmışız.

Sabah kahvaltının ardından, yüksek kayalıkların üzerine kurulu manastırları görmek üzere yola çıktık. Önümüze çıkan ilk manastırın önündeki otoparka bıraktık karavanı. Dik ve çok sayıda basamağı olan manastıra doğru tırmanışa geçerken, yanımıza buzlu 1,5 litrelik suyumuzu da aldık. 

Bizimle birlikte, uzun sakallı siyah kıyafetli din adamının rehberlik ettiği bir grup da manastırın merdivenlerini tırmanmaya koyuldu. Sakallı rahibin elinde, benimkinden daha üstün özellikleri bulunan profesyonel bir fotoğraf makinesi. Manastırın bir bölümünü bu grupla arka arkaya gezdik. Bir ara grup, rahibin önderliğinde bir odaya girerek, hep bir ağızdan ilahiler, dualar okudu. 




Üstteki son fotoğrafa dikkatli bakın. Aşağıdan yukarıya uzanan iki tel göreceksiniz. 

Nedir bunlar?

Anlatayım. Onlarca kat apartman yüksekliğindeki bu dini yapılara rahipler, keşişler, rahibeler nasıl inip çıkıyorlar dersiniz? Her gün onca merdiveni inip çıkmak belki anlaşılabilir ama mesela kışın ısınmak için odunu nasıl çıkaracaksın.

Basit bir asansör yapmışlar. Kalın urganların ucunda kocaman bir sepet. Sepete bağlı kalın, sağlam urganlar. Urganlar, yukarıda bir mil gibi kendi etrafında dönebilen dik haldeki kocaman bir kütüğe bağlı. Kütüğün her iki yanında ağaç kollar. İki kişi bu kolların başına geçip döndükçe urganlar, mil görevi gören ağaç gövdesine dolanıyor ve sepet yukarı çekiliyor. Tersinde de aşağı iniyor. Basit bir asansör yani. Tek farkı elektrikle değil, insan gücüyle çalışıyor olması.  Bugün bu sistem kullanılmıyor elbette. Sadece gösteri amaçlı bazı günler kullanıldığını okumuştum ama bizim ziyaretimiz esnasında kullanıldığını görmedik.




Zaten, merdivenle çıkılan tepenin yarısına kadar çıkmış. Manastıra 100 basamak kadar kalmış bir alanda otomobil gördüm. Demek ki,  günümüz rahip ve rahibeleri yolun yarısını en azından otomobille çıkıyorlar. 

Neyse; biz merdivenleri tırmanmaya devam edelim...




Manastıra, kiliselere girenler huşu içerisinde geziyor, mum yakıyor, iki dizlerini öne doğru kırarak bir reverans yapıp, kutsal saydıkları resimleri öpüp, ellerini önce alın, sonra göğüslerine doğru götürüp haç işareti yapıyorlar.


Manastırın içinde flaşlı fotoğraf çekmek yasak. Makinemin bana verdiği imkanla, ASA'yı 1600'e getirip, (Çünkü karanlığa yakın loş bir ortam var) hiç kimseyi rahatsız etmeden bir kaç fotoğraf çektim. 




Avrupa'daki tüm kiliselerde, dini yapılarda olduğu gibi buradaki manastırlara girmenin de bir adabı, kuralı var. Kadınlar askılı bluz ya da mini etekle giremiyorlar. Başlarını, kollarını da şöyle usulden de olsa örtmek gerek.

Biz manastıra girerken, çıkan bir kadın, işi biten örtüsünü eşime hediye etti. Eşim de aynı örtüyü çıkarken bıraktı. Sanırım örtüsü olmayan kadınlar için girişte örtü de veriliyor. 




Eşimin fotoğrafında, arkada, duvar resimlerini, freskleri fark edebildiniz mi? Kayaların üzerine yapılan manastırlardaki freskler de görülmeye değer.


Kiliseyi, manastırı gezenler, bir stantta bulundurulan not kağıtlarına bir şeyler yazıp, o kağıtlarla birlikte, kumbara gibi sandığa bozukluklarını atarak, bağışta bulunuyorlar. Çok merak ettim ne yazdıklarını. Ama ellerindeki kağıdı alıp okumak da yakışık almazdı hani... :)




Manastırın özellikle ofis olarak kullanılan bölümleri, çağımız teknolojisini kullanmaya başlamış. Isınma kaloriferle sağlanıyor.




Ama bazı bölümlerde de odun sobası hala kullanılıyor olmalı ki, odun stokları da hazır. 




Bir önceki bölüme fotoğraf yükleme kotamı doldurduğumdan buradan devam ediyorum.


Hakikaten, gezinin sonuna yaklaştıkça, yazıdan ziyade fotoğraflara yer vererek, 1960-70'li yıllardaki fotoroman kültürümüzü anımsatsak da, fotoğrafın etkisinin yazıdan güçlü olduğunu bir kez daha hatırlayıp (kolaycılığa kaçtığımı nasıl saklayabilirim ki?) fotoğraflara devam ediyorum.

Alttaki ilk fotoğraf, manastırın penceresinden çekilmiştir. Neredeyse 10 katlı bina kadar merdivenle çıktıktan sonraki alan bakın ne kadar aşağıda kalmış. Ama otomobil de oraya gelmiş.


Onun bir altındaki fotoğrafta ise, Meteora bölgesinin ilginç kaya yapısını görüyorsunuz. Kapadokya'dan sonra gördüğüm en ilginç arazi yapısı burası oldu.




Manastıra çıkarken, daha merdivenlerin başında karşılaştığım, turist/ziyaretçi din adamıyla bir kez daha karşılaşıyorum. O da gezisini sürdürüyor. Dua ediyor, ilahi söylüyor ve ibadet ediyor.




Bu manastırda ve daha sonra ziyaret edeceğimiz Varlaam adlı manastırda da bir oda kitap, dini materyaller ve bazı hediyelik eşyaların satışına ayrılmış.




Size manastırların nasıl bir konumda olduğu konusunda fikir vermesi bakımından bir kaç fotoğraf daha vereceğim. Dikkatime çeken şey şu: Kayalığın tepesinde, kenarda köşede bir santimetrekare dahi yer boş bırakılmamış. Bina boşluk alanın tamamına oturtulmuş. Neden acaba?

Aşağıdaki resimde de turist otobüsü ve diğer arabaların yukarıdan ne kadar minik görüldüğü de bulunduğumuz yükseklik hakkında fikir veriyordur umarım.  Zamanın keşişleri, bu kadar yükseğe Tanrı'ya daha yakın mı çıkmışlar sizce de? Yoksa, başka dinlerden insanların saldırısından korunmak için mi? Her ikisi de aklıma yatmadı. Başka gerekçeleri olmalı diye düşünüyorum. Bilmem yanılıyor muyum?




İlk manastırın ardından, bölgenin en ünlü, en görkemli başka bir manastırına geçtik. Dar ama düzgün asfaltı olan bir yolda 1-2 kilometre ilerledikten sonra, uygun bir yer bulup karavanımızı park ettik. Burası sanki turistlerin daha çok görmeyi tercih ettiği bir yer gibi.

Neden derseniz? Hem daha çok turist otobüsü var burada, hem de girişte hediyelik eşya ve ufak tefek yiyecek satan dükkanların sayısı daha fazla ve manastırın önü daha kalabalık.


Henüz manastıra girmeden gördüğümüz hediyeliklerin arasında bu bisikletler ilgimi çekti. Birinin üzerinde 22 Euro yazıyor ama satıcı 20 euro'ya verebileceğini söyledi. Diğerleri de öyle 2'şer Euro indirim yapıyor. Pahalı diyerek almadım ama aklımda kaldı. Dönüşte, daha sıkı bir pazarlıkla bir bisiklet aldım. Biblo gibi olduğuna bakmayın. Pedalı, zinciri var. Pedalı çevirince teker dönüyor. Sardım sarmaladım, Antalya'ya kadar sapasağlam getirip, salonda bir dolabın üzerine koydum.  Ahh benim çocuk ruhum. yaş 50 ama hala çocuk gibi seviniyorum böyle şeyler aldığımda.




Varlaam'a girişte bilet almak gerekiyor. Basın kartına ücretsiz. Üzerimi yokladım ama kartım, karavandaki başka bir çantamda kalmış. Biri öğrenci indirimli üç bilet alıp girdik.


Hakikaten burası daha haşmetli bir manastır.

Odalardan birinde dev bir fıçı dikkatimi çekti. Ne amaçla kullanıldığını öğrenemedim.




Size Varlaam Manastırı'nın içinden ve dışarıdan, diğer manastırları ve doğayı gösteren bir kaç fotoğraf daha gösterip, bu bölümü kapatayım istiyorum. Yalnız bir kaç not eklemeliyim. Meteora UNESCO'nun korunması gereken kültürel miras listesinde. Yunanistan'a gidenler bir şekilde yollarını buraya da düşürmeli.

Dinler tarihi okuyanların da Ortodoks Keşişlerin bu yaşam tarzını tercih etmeleri konusunda kafa yormalarında fayda var. Ben bunu, tanrıya yakın olmak, Osmanlı askerlerinden korunmak ya da inzivaya çekilmek tezlerinin tam anlamıyla yanıtlayamadığına inanıyorum. 






Varlaam'dan sonra diğer manastırları görmeye pek de gerek kalmadığı kanaatine vardık. Çünkü artık Türkiye'ye dönme vakti yaklaştı. Daha fazla vakit kaybetmeden marşa basmalıyız. Meteora'dan sonraki hedefimiz, gelirken de uğradığımız Kavala olacak. 

Hem İstanbul'a doğru yolu yarılamış olacağız, hem de eşe dosta Kavala kurabiyesi alacağız hediyelik. Ayrıca giderken aldığımız tadı çok hoşumuza giden, etli, iri yeşil zeytin satın alacağız.


Eveeeett.

Meteora'dan çıktık yola. Selam verdik sağa sola. Şimdi Kavala'ya doğru gidiyoruz.  Bir bölümü dağ yollarından, olmak üzere Kavala'ya ulaştık.

Yolda gördüğüm bir tabelanın fotoğrafını çekmek için durdum.

Hani bizde esprisi yapılır ya.... 

Ayu çıkabülüüü.... Kurt çıkabülüüüü....

Tam da onu anlatan fotoğraf.  Kurt yok ama ayı çıkabileceği uyarısı var.






Bu Kavala'ya üçüncü gelişimiz. Kent merkezini iyi biliyoruz. Ama bu kez park yeri bulmak öyle kolay olmadı. Önce liman civarında, rıhtıma yakın yerlerde arandık tarandık, sonra ara sokaklarda yok... 

Gül Hanım Carrefour'a gidip zeytin falan alacak, Ahmet Yiğit de hemen karşıdaki pastaneden kurabiye. Bir tur daha atıp Carrefour'un önüne geldik. Hemen önünde küçük bir ücretli otopark var ama benim karavanı almak istemedi otopark görevlisi. Doğru. En az üç arabalık yer kaplayacağım. 20 dakika kalacağım desem de ikna edemedim. Beni başka otoparka yönlendirdi. Ahmet Yiğit ve Gül Hanım'ı orada bırakıp, park yeri aramaya çıktım. Karavanı park ettikten sonra Carrefour'da buluşmak üzere sözleştik.

Yeniden rıhtıma doğru yol aldım. Eski Kavala'nın kurulduğu tepenin hemen altında, limanın batısında genişçe bir otopark buldum. Bir kaç yüz araba alır. Yarıdan fazlası da boş. Görevliler hemen yardımcı oldu. Karavanı bıraktım ve bizimkileri bulmaya çıktım. 10-15 dakikalık yürüyüşten sonra buluştuk. Alışveriş tamamlanmış. Gül Hanım üstüne bir de sırt çantası almış. Ama ben aldıkları zeytini yeterli bulmadım, 3 kilo zeytin daha almak için yeniden girdim mağazaya. 

Alışverişten sonra, elimizdekileri karavana bırakmak üzere otoparka gittik. Bu arada, Ahmet Yiğit, karavanla ne zamana kadar kalabileceğimizi sordu otopark görevlisine. Sabah 07.00'ye kadar aynı ücretle kalabiliyormuşuz. Çok pahalı bir şey de değildi hani. Sanırım 2,10 Euro ödemiştim. Otopark sessiz ve sakin. Burada gecelemeyi kafama koymuştum zaten. Gül hanım da kabul etti. 

Tekrar çıktık dolanmaya, deniz kenarında, rıhtımda gezdik. Rıhtıma bir sahne kurulmuş müzik sesleri geliyor ve sahnede dans edenleri gördük uzaktan. Hemen yaklaştık. Sanırım çeşitli okulların gösterisi. Hani bizde sene sonu müsameresi olur ya, onlar okulun başında yapıyorlar galiba. Bir kaç acemi dans ve müzik grubu. Fazla seyretmedik. Nihayet gezecek başka yer kalmadı, aynı yerden geri döndük. 

Daha önceki bölümlerde sözünü ettiğim Todori'nin Güzel Midilli adlı balık lokantasına gittik. Lokanta full. Bir masa bulundu. Müşterilerin yarıdan fazlası Türk. Otobüs turuyla geldiklerini tahmin ettik.

Yunanistan'daki son kalamarımızı, midyemizi, ahtopotumuzu yedik. 

Yorulmuştuk. Karavana dönüp uyumak istedik. Sabah İstanbul'a ulaşmak üzere yola çıkacaktık. Yolumuz uzun. dinlenmek gerek. 

Otoparkın, karşısında Gaziantep (27) plakalı bir tır parketmişti. Sanırım sürücü de uykuya dalmıştı. Bizim biraz ilerimize de Alman plakalı başka bir karavan yanaşmış. Ben de daha uygun olan bu yere, araya bir kaç karavan daha girebilecek kadar mesafe bırakıp parkettim.

Uyuduk. Sabah yine en erken ben uyandım. Karavanın şoför kapısına birisi yanaşmıştı. Sesler üzerine ön tarafa geçtim. Kısa boylu yaşlıca bir adam, yanımızdaki karavanın sahipleri karı-kocayla konuşuyordu. Alman aile teşekkür filan ettiler. Adam gitti. Biraz sonra ailemin diğer fertleri uyandı. Uygun bir yerde daha sonra kahvaltı yapmak üzere yola çıktık.  

Bir süre sonra farkettim. Otoparkta ön sol kapıya yanaşan adam, kapı koluna iki mecmua sıkıştırmış. Hem de Türkçe. Yehova Şahitleri'ne mensup bir misyonermiş meğer adam. Uyanık olsaydık bizimle konuşmayı deneyecekti muhtemelen. Karavanın plakasından Türk olduğumuzu anlamış olmalı ki, Türkçe dergiler bırakmış. Kendi inançlarına davet eden yazılar var dergilerde. 

Şöyle bir gözattım. Bir kaç yazıyı hızlıca okudum, bir kenara bıraktım.


Kavala  kent merkezinden'dan çıkarken, navigasyon beni öyle bir sokağa getirdi ki, girmem imkansız. Bir başka sokağı, olmadı bir başka sokağı denerken, epeyce ter döktüm. Sonunda öyle bir sokağa geldik ki. Dik bir iniş. dik ama ne dik... Gül Hanım korkudan ölecek. 

İnecek misin bu sokaktan? Sakın inme, geri geri gidip başka yol bulalım.


Geri geri çıkıp manevra yapmak daha mı kolay olacak sanki. Derin bir nefes alıp, cesaretimi topladım. 1. viteste çok yavaş inerken, karavan neredeyse secdeye varıp, takla atacak. Neyse kazasız, belasız inip, derin bir ohh çektikten sonra anayolu bulduk.

İstanbul'a dönerken, sahilden gitmek istedik. Ama önce bir kahvaltı yeri bulmak gerek. 

Bir yerden daldık ara yollara.... Fanari tabelasını görmüştük. Yolda mazot alalım dedik. Tek katlı, balkonları çiçekli bir evin hemen önünde iki benzin pompası. Hemen yanında da gerçek anlamda bir köy bakkalı. 

Full yap dedim ve adam başladı Türkçe konuşmaya. 

Anastas Sarhoşoğlu imiş bu yaşlıca adam. Türkçe'yi gayet iyi biliyor. Eşi tombul teyzecik ise balkondan gülümsüyor sadece. O Türkçe konuşamıyor. 

Babası, Sakarya civarından göçetmiş Yunanistan'a.

"Herkes İngilizce, Almanca öğrenir, ben Türkçe öğrendim. Neden? Otoban yapılmadan, Türkiye'ye gelip giden bütün araçlar buradan geçerdi. Benim ticaretim Türklerle. Ne yapacağım İngilizce konuşup da, Türkçe öğrendim. Bir çok Türk müşterim mutlaka her geçişlerinde bana uğrar. Eski kamyoncu müşterilerim ise artık otobandan geçip gider oldu.

Bir hafta önce Bulgaristan'daymış. Amerikalılar'ın Bulgaristan'a bir çok kumarhane açtığından bahsedip, Bulgarların paralarını toplayıp kaçacaklarını söyledi. Politikacılardan, Amerika'dan, Almanya'dan yakındı. Bilge bir yaşlıydı.  

Bize yolu da tarif etti. 

Hiç korkmayın. Yol gayet güzel. Otoban yapılmadan bu yol kullanılıyordu. 

Asma kilitle kapattığı bakkalını açtı. Her yer tıklım tıklım mal dolu. Ama gerçekten eski köy bakkalları, çerçi dükkanları gibi. Masadaki defterden bir kağıt kopardı. Gideceğimiz yolu çizdi. Vafgiko, Avdira, sonra Port Lagos, Fanari ve Komotini... Karaladı bir şeyler.

Teşekkür edip yola devam ettik.

Lagos'a vardık. Sol yanımızda Vistonida Gölü. Göl ve deniz küçük bir nehirle birbirine bağlanıyor olmalı. Çünkü bir köprüden geçtik. Lagos'ta köy içinden geçtikten sonra, sağa tali bir yola girdik. Bir tepe. Çam ağaçları ve dik bir yamacın hemen önünde deniz. Kahvaltımızı burada yaptık.






Hava da bozmaya başladı. Yazın sonu, sohbaharın ilk günü olduğunu 15 Eylül'de Lagos'ta anlamış oldum. Yağmur yağmadı gerçi ama serin esen rüzgar sonbaharın habercisiydi. 

Haydi Abbas. Vakit tamam. Yola çıkma vakti. Artık bir yerlerde oyalanma, gezme tozmaya vakit kalmadı. Önce İskeçe yakınlarında otobana çıktık. Oradan ver elini İpsala. Tekrar Dedeağaç'a uğrayıp, ilk uğradığımız lokantada bir kez daha yemek yemeyi de bir başka Yunanistan seyahatine erteledik.



Sınırdan Türkiye'ye giriyoruz.

Yunanistan'dan Türkiye'ye giriş yapan motosikletliler. Sanırım İranlı idiler.



Saat 14.00 gibi İpsala Sınır Kapısı'na ulaştık. Komşuya veda ettik. Ama daha önce girmediğimiz Duty Free'ye bir uğramak gerek. Bir kaç parfümdü, kızımıza hediyeydi, Uzo'ydu derken, Yunanistan ekonomisini düştüğü bataklıktan çıkarmak üzere bir 500 Euro daha bırakıverdik komşuya. 

Ara bölgeyi de aşıp, geçtik karşıya. Vatan topraklarına kavuştuk yeniden. İnsan bir giderken heyecanlanır, bir de dönerken ya... Gezimiz sadece 12 güncük sürdüğü için, dönerken heyecanlandığımı sanmıyorum. Ama yine de vatanım. İlle de vatanım.

Türkiye tarafına geçtiğimizde, gümrüksüz bölgede gördüğümüz bir benzinliğe yanaşıp depoyu fulleyebilir miyiz diye düşündüm. Daha önce forumda okumuştum ama bir kez de ben şansımı deneyeyim istedim. Pompaya yanaştım. Pompacı delikanlı geldi "Abi sadece ticari araçlara satış yapabiliyoruz" dedi.

Bu kez de Türkiye'nin duty free'sindeyiz. Gül Hanım "Şöyle bir bakayım" diye mağazaya girdi, ben tuvalete. Tuvalette, ayrıca bir duş bölümü olduğunu gördüm. Terlemiştim. Duş çok iyi gelecekti. Geri döndüm, karavandan, havlu, çamaşır, traş bıçağı, traş köpüğünü aldım, Gül Hanım'a haber verdim ve sınır kapısındaki duşa girdim. 

Çok temiz değildi ama, elektrikli ani ısıtıcıyla sağlanan sıcak su ve sabun yeterli.  Duşumu da aldıktan sonra vatan topraklarına pir-u pak girdim.

Gül Hanım Türkiye gümrüğündeki duty free'deki tezgahtarın "Yunanistan tarafı çok pahalı. Keşke buradan alışveriş yapsaydınız" dediğini aktardı. Bilmem... Öyle olup olmadığını test etmedim. Belki de öyledir.



Hoşbulduk Türkiye'm...