Bu Blogda Ara

22 Mart 2013 Cuma

BERLİN GEZİSİ (YAHUDİ SOYKIRIMI VE EŞCİNSEL ANITLARI)


YAHUDİ SOYKIRIM ANITI 

Şimdiki durağımız Holocaust-Mahnmal (Holocaust Memorial). Yani Yahudi Soykırım anıtı. Siyaha yakın mermerden diktörtden, kimi alçak, kimi yüksek, labirenti andırır dikdörtgen sütunlar yanyana dizilmiş ve Yahudi Soykırım anıtı oluşturulmuş. Almanlar'ın en hassas olduğu konulardan biridir Nazi dönemi ve Yahudi soykırımı. Yahudi soykırımı dediğime bakmayın. O dönemde Faşist Hitler dikta rejimi Yahudiler'in yanı sıra, çingeneleri, engellileri, eşcinselleri de yok etmiş. Almanlar tarihleriyle yüzleşmekten çekinmiyorlar. Çekinmiyorlar ki, Berlin'in en gözde yerlerinden birine Yahudi Soykırım Anıtı konulmuş. Yapımına 2003 yılında başlanan anıt, 2005'te tamamlanmış.


Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı, Almanca adı: Denkmal für die Ermordeten Juden Europas, İngilizce adı: Holokost Memorial
Mimar Peter Eisenman tarafından yapılan anıtta 2 bin 711 granit blok bulunuyormuş. Mimarın granit blokları yalnızlık ve huzursuzluk hissi vermek için yalıtılmış ve düzensiz olarak tasarladığı belirtiliyor. Bana, bu anıtın neden böyle tasarlandığını yorumla deseniz böyle bir sonuç çıkaramazdım. Yaklaşık 2 futbol sahası kadar genişliği olan anıtın altında Naziler tarafından soykırıma uğratılan Yahudilele ilgili bir müze varmış ama kapalı olduğu için gezemedik.

Sırt çantalı genç gezginler, anıttaki blokların üzerine dinlenmek, uyumak amaçlı kullanıyor.

EŞCİNSEL ANITI

Yahudi Soykırım Anıtı'nın hemen karşısında Tiergarten Parkı'nın bir bölümünde ise "Eşcinsel Anıtı" bulunuyor. Rehberimiz Nuriye Hanım, bizi buraya da götürdü. Küp şeklinde, büyükçe (Yaklaşık 2 metre yükseklik bir o kadar da uzunluk diyebilirim) bir mermer blok. Üzerinde hiç bir resim, ibare yok. Sadece küçük bir pencere. Pencereye kafanızı yaslayıp, içeri baktığınızda bir film görüyorsunuz. Sürekli tekrarlanan 30-40 saniyelik filmde önce iki erkek, sonra iki kadın öpüşüyor. Pornografik bir görüntü değil.

Nedense bu anıtın fotoğrafını çekmemişim. Ama tarif ettiğim gibi hayal edin, insan boyundan biraz daha yüksek küp şeklinde bir blok tasvir edin.

Bu anıtla ilgili internette araştırma yaptım. Anıt, Almanya’nın Nazi geçmişiyle hesaplaşmasındaki son halka olarak nitelendiriliyor. 1933-1945 yılları arasında işkenceden geçirilip öldürülen eşcinseller anısına yapılmış ve 2008'de açılmış. Anıtın, Nazilerin bugüne değin görmezden gelinen eşcinsel kurbanlarını onore etmeyi, hem de eşcinsellere yönelik süren hoşgörüsüzlüğe karşı tavır koymayı amaçladığı. yazıyor.

Törene Kültür Bakanı Bernd Neumann’la birlikte, eşcinsel olduğunu açıklayan dönemin Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit  de katılmış. (Dönemin dedim, çünkü bu kişi hala Berlin Belediye Başkanı mı bilmiyorum.)

Biri Norveç, diğeri Danimarkalı iki sanatçının eseri olan anıtın 600 bin Euro tutan masrafını devlet karşılamış. Böyle bir anıtın Türkiye Hükümeti bütçesinden yapıldığını bir düşünün hele...

Bu anıtın yerini tam tarif ettim mi? Anıt Tiergarten Parkı'nda. Ama Yahudi Soykırım Anıtı ile Brendaburg Tor'un hemen karşısında. Bulmak zor değil yerini.

Az önce pencereden baktığınızda gördüğümüz filmden söz etmiştim ya... Farkında değilmişim. İnternetten araştırırken gördüm. Filmdeki altyazıda şöyle yazıyormuş: "Bir öpücük başını derde sokabilir."

Yine internetten  bir not: 1936’da eşcinselliği yasaklayan Hitler rejimi, 50 bin erkeği Ari ırka yakışmayan sapık diye mahkum etti, 15 binini toplama kampına gönderip çoğunu öldürdü.



BERLİN'DE İKİNCİ GÜN (DUVAR VE CHECKPOINT CHARLIE)



EAS SIDE GALLERY (YA DA DUVARIN AYAKTA KALAN KISMI)

Berlin gezimizin ikinci gününe kısa notlar ve fotoğraflarla devam ediyorum. Berlin duvarındaki Türklere ait gecekonduları ziyaretin ardından, Berlin Duvarı'nın ayakta kalan bölümünü gördük. Bir önceki gün, Schönefeld Havaalanı'ndan Alexanderplatz'daki otelimize giderken, polisin, eylem nedeniyle yolu kapattığını ve yolumuzun bir miktar uzadığını yazmayı unutmuşum. Bunun nedeni, Türk televizyonların haber bültenlerinde de yer aldığı gibi, Berlin Duvarı'nın kalan bölümünden bir bölümünün daha, evsizlerin işgal ettiği eski apartmanlarla birlikte yıkılarak, yerine rezidans tipi yüksek binaların yapımı projesini protesto eylemiydi.

Berlin Duvarı'nın ayakta kalan bölümündeki tabela.

9 Kasım 1989'da yıkılan ve Şubat 1990'dan itibaren, dünyanın dört bir yanından gelen ressamlar tarafından 106 duvar resminin yapıldığı halen 1300 metrelik bölümünün ayakta kaldığı, East Side Gallery'nin (Mahlenstrasse) bir bölünün yıkılmasına, başta bu bölgedeki anarşistler olmak üzere çevreciler, doğa ve kültür korumacıları karşı çıkıyor. Daha önce de sözünü etmiştim. Doğu ile Batı Berlin'i ayıran duvarın bulunduğu semti 1989'dan önce yalnızca göçmenler (Çoğunluğu Türk) tercih ediyordu. Duvar yıkılınca kentin tam ortasında kalan bu bölgedeki emlak fiyatları ve kiralar giderek arttı ve bölge Berlin'in en gözde yerlerinden biri haline geldi. Elbette kapitalist sistemde rant hep önde gelmiştir. Duvarın -şimdilik- bir bölümünün yıkılması girişimi de ranta karşı gelememekten olsa gerek.
Duvar graffiti ve resimlerle bezenmiş.
East Side Gallery'nin bulunduğu caddenin yol kenarları tamamen otomobillerle dolu dolu. Otomobili park edecek bir yer yok. Osman, aracı kısa süre duraklatınca, duvarın önüne geçip, bir kaç fotoğraf çektirme fırsatı bulduk. Sonra yola devam.

Duvarın önünde anı fotoğrafı çektirmemek olmaz


Duvar çevresindeki inşaat faaliyetlerini kule vinçlerden anlayabiliyoruz

Oldum olası çok bayılırım graffitilere. Keşke Türkiye'de de yapılsa
Şimdiki hedefimiz Checkpoint Charlie... Yani Berlin Duvarı'nın, kontrol noktalarından en ünlüsü. Burayla ilgili de daha önce bilgi aktarmıştım. Burayı ziyaretimiz, daha önce görmeyen eşim ve arkadaşlarımızın görmesini sağlamak için. Klasik olarak,  kontrol noktasında temsili nöbet tutan askerlerle fotoğraf çektireceğiz. Fotoğraf başına bahşiş tarifesi 2 Euro. Peki nöbet tutan bu askerler kim? Gerçekten asker mi bunlar?


Kontrol noktasında nöbetçi askerlerle

Değil tabii. Bunlar, (Bazen biri kadın olabiliyor), buradaki turistik ziyaretlerden ekmek yiyen Alman vatandaşları. Aşağıdaki fotoğrafta sağ taraftaki askere dikkatli bakın. Bu asker aslında Türk ama nedense bunu gizleme gereği hissediyor.
Bu kez ben geçiyorum askerlerin yanına

Hem Türk olduğunu gizliyor ama hem de merakına yeniliyor. İngilizce konuyup, nereli olduğumuzu soruyor. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince sözüm ona tepki vermemeye çalışıyor ama mimiklerinden Türk olduğunu açığa veriyor. Sanki O'nun Türk olduğunu fark ettiğimizde bahşişini vermeyeceğiz. Bence böyle düşünüyor.

Bu arkadaşın Türk olduğunu ama gizlemeye çalıştığını fark edince eğlenmek de bana düşüyor. Bir kaç denememden olumlu yanıt alamayınca, sözüm ona, eşimle konuşuyormuş gibi yapıp, "Askerin omzuna da kuş pislemiş" diyorum ve Türkçe söylediğim bu sözlere ister istemez tepki veriyor ve Türk olduğunu bu kez kesinlikle anlıyoruz. Neyse, bahşişlerini eksik etmedik ve gönüllerini aldık.

Şimdi nereye?

Hemen yakında, İranlı sanatçı Yadigar Asisi'nin "Mauer" (Duvar) adlı üç boyutlu sergisi. Bu bölümün üstlerinde, Bergama Müzesi konusunda Fatih Bey'in (Tifa) katkı koyduğu kısımda sözünü ettiği Yadigar Asisi, Check Point Charlie'nin hemen yanına, dev bir silindir şeklinde. (Hani, petrol ya da doğalgaz dolum tesisi olur ya aynen öyle ve yaklaşık o boyutta) içi 360 derecelik üç boyutlu bir Duvar sergisi açılmış. Ses ve ışık efektleriyle oluşturulan bu eseri görebilmek için 10'ar Euro bilet ücreti ödedik. (Ben yine basın kartı sayesinde ücretsiz girdim.)

Duvardan özenle kesilip, sergilenen graffitili parçalar

Girişte oluşturulan beyaz duvar. Yazılan mesajlardan boş yer kalmamış. Ziyaretçiler mesajlarını yazsın diye de onlarca kalın uçlu boyalı keçe kalem konulmuş ama çoğu bitmiş ya da mürekkebi azalmış. Biz de geldiğimiz şehrin adını ve ismimizi yazdık.

Asisi'nin sergisinde beyaz bir duvar ziyaretçilerin yazmalarına ayrılmış.

Biz de adımızı ve geldiğimiz ülke ve şehri yazdık.

Silindirin iç çeperindeki fotoğrafların üzerine yapılan resim, ses ve ışıkla birlikte insanda gerçeklik duygusu uyandırıyor. Duvarın her iki yanının resmedildiği müze ziyaretimiz 1 saatten fazla sürdü. Daha sonra bu sergideki resmin bir kesitinin yer aldığı sokağA da gittik yerinde gördük.

Bu bölüm elbette Batı Berlin'den. Çünkü Shell Batı'ya ait bir şirket

Gerçeklik hissi veriyor

Parmağın uç kısmında yeşil kalemle "Bünyamin" yazısını görebiliyor musunuz?

Müzenin çıkışına konulan ziyaretçi defterine de imzamızı attık. Nedense, bizimle olmasalar da çocuklarımın da isimlerini yazmak geldi içimden. Onlar görmedi bu müzeyi ama görmelerini isterdim.

Deftere TOKMAK ailesinin adını yazdık ve imzaladık


20 Mart 2013 Çarşamba


BERLİN’DE İKİNCİ GÜN

Berlin’de ikinci günümüz. Yol arkadaşlarımız Hüseyin ve Füsun, Antalya’daki alışkanlıklarını sürdürdükleri için her sabah saat 06.00 gibi ayaktalar. Eşim Gül ile biz de erken kalkıp hazırlanmıştık ama Hüseyin Aslan telefon etti “lobideyiz” diye. Saat 08.00’de biz de lobideydik.

Berlin’e gitmeden önce yeme-içmeyle ilgili bazı araştırmalar yapmıştım.  Defterdeki notlarımdan, otel yakınlarındaki bir pasta fabrikasından söz ediliyordu. İlginç bir deneyim olabilir diye düşündük. Bu notu da başka gezginler yazmışlardı bloglarında. Otelin kapısı önündeki taksici Türk’tü, adresi sorduk.

“Çok uzak değil, yürüyerek de gidebilirsiniz” deyince yürümeye karar verdik. Araya sora, caddeyi, sokağı ve numarayı bulduk ama o adreste böyle bir pasta fabrikası yerine sıradan bir cafe vardı. Azıcık canımız sıkıldı, geri dönmeye karar verdik. Derken aklıma geldi. En iyisi Kreuzberg’e gidip, yine bildiğimiz gibi bir Türk kahvaltısı yapmak. Fikir hemencecik kabul gördü. Bu fikrin kabul görmesindeki en büyük etken elbette ‘Çay’ oldu. Nedense çay içmediğimiz günlerde bir baş ağrısı, bir mahmurluk oluşuyor bende. Demek ki herkeste oluyormuş bu durum. Tiryakilik ya da bağımlılık bu olsa gerek.

Taksiye bindik. Kadın taksici bizi 15 dakikada Kreuzberg’teki Kottbusser Tor’da indirdi. Tam da meydanda Güneydoğulu hemşehrilerimizin işlettiği büyükçe bir “Simit Sarayı.”

İkişer simit, harika bir tulum ve beyaz peynir. Yine güzel bir mozzeralla, zeytin, reçel, bal, tereyağı, domates, salatalık ve yanında elbette duble çaylar. Mükellef bir kahvaltı.

Gezimizi planlamıştım. Nerelere gideceğimizi sıraya koymuştum. Ancak buna gerek kalmadı. Gezi arkadaşımız Hüseyin hal-hatır sormak için Isparta’da lisede birlikte okudukları arkadaşı Osman’ı aradı. Çoğu Türk gibi Kreuzberg’te oturan Osman Bey 5 dakika sonra yanımızdaydı. Zamanı müsaitmiş, arabası da var. Bizi gezdirmeye gönüllü oldu. Bir kilisede yarı zamanlı  çalışan eşi Nuriye Hanım da şehir turumuzun yarısında bize katılarak rehberliğimizi üstlendi. Böylesi daha mı iyi oldu ne? Ulaşım için vakit harcamadan ve bilen birinin rehberliğinde gezmek daha iyi olacaktı.

Nuriye Hanım bize katılmadan önce hemen Kreuzberg’teki o ünlü, Berlin Duvarı dibine bir Türk tarafından kurulan gecekonduyu görmeye gittik. Sık sık gazete-tv haberi oluyor ama gözümüzle görmek başka olacaktı.

Şansımız yaver gitti. Gecekondunun (Aslında hobi bahçesi evi demek daha doğru) sahibi Trabzonlu Mustafa Akyol ile eşi Elmas Hanım oradaydı. Bahçelerindeki büyük ağaç budanıyordu. Bu işi kendilerinin yapmalarına izin verilmemiş, Kreuzberg Belediyesi bir vinç göndermiş, devasa ağaç Alman belediye işçileri tarafından budanıyordu. Yere düşen dalları da Elmas Hanım ile eşi parçalayıp, bahçede istifliyorlardı ki, sobada, mangalda yakabilmek için.

Berlin Duvarı'nın dibindeki iki gecekondudan biri Malkaralı Mustafa Akyol'un

Malkaralı Mustafa Akyol ile eşi Elmas Teyze, arazilerindeki ağaçtan budanan dalları toplayıp odun yapıyorlardı

Başladık sohbete. Mustafa amca ’Lazlığı’ ile gurur duyuyor. Hem kendisinin, hem de eşi Elmas teyzenin Karadeniz şivesi aynen yerinde. Küçük bir bahçeleri ve bahçede küçük bir tahta kulübe… “O ünlü gecekondu bu mu” diyoruz ama bahçenin bitişiğinde daha genişçe bir bahçe ve daha irice ve iki katlı bir başka tahta ev gözümüze çarpıyor.

Osman Kalın'ın Berlin'deki gecekondusu

Osman Kalın'ın ahşap gecekondusu. Türk ve Alman bayrakları balkonda dalgalanıyor
Meğerse, Berlin Duvarı’nın dibince bir değil, iki Türk’e ait bahçe ve gecekondu türünde tahta baraka ev varmış. Diğer ev de Yozgatlı Osman Kalın’a ait. Biraz sonra komşu 87 yaşındaki Osman Kalın ile oğlu Mehmet Kalın geliyor. Her iki evin sahibinden hikayelerini ayrı ayrı dinliyoruz ama bir şey dikkatimizi çekiyor. Kiminle konuşursak, diğer aile yanımıza yanaşmıyor. Küs oldukları çok belli. Berlin’in göbeğindeki araziyi parselleyen biri Yozgat, diğeri Trabzon Malkaralı iki komşu, aynen Türkiye’de olduğu gibi arazi meselesi yüzünden tartışmış ve darılmışlar.

Bunu da öğrendik. Komşulardan biri, diğeri Türkiye’ye izne gidince çiti öteleyerek, kendi arazisini genişletip, diğerinin arazisine girmiş. İzinden dönen komşu bu durumu fark edip, çiti eski yerine getirmek isteyince anlaşmazlık çıkmış. Hangisi hangisinin arazisine girmiş bunu yazmayayım isterseniz.

DUVARIN DİBİNDEKİ ARAZİ

Berlin Demokratik Almanya ve Almanya Federal Cumhuriyeti tarafından ikiye ayrıldıktan bir süre sonra, Doğu Almanya (DDR), kaçışları önlemek için Berlin’i bir duvarla ikiye ayırmaya karar verir. Duvar Kreuzberg tarafından geçerken, sanırım yakınındaki kiliseden olacak, kendisine ait araziden 8-10 metre içeriden duvarı örer. Böylece aslında Douğu Berlin’e ait olan 8-10 metre genişliğinde 40-50 metre uzunluğundaki bir arazi parçası Batı tarafında kalır. Arazi Doğu’ya ait olduğundan Batı Berlin yönetimi bu araziye dokunmaz, dokunamaz. Boş kalan arazi bir süre sonra çöplüğe dönüşür. 1964 yılında “Misafir işçi” statüsüyle Almanya’ya gelen Osman Kalın, arazinin sahipsiz olduğunu fark ederek, çöplüğü temizler ve buraya lahana başta olmak üzere bazı sebzeler eker. Kimsenin sesinin çıkmadığını görünce araziyi ufak ufak genişletir. Bahçeye geldiğinde dinlenmek, ihtiyaçlarını gidermek, bahçe malzemelerini koymak üzere de küçük bir kulübe inşa eder. İhtiyaç arttıkça tahta kulübeye odalar ve ikinci kat eklenir.


Osman Amca'nın gecekondusundan bir oda

Osman Kalın'ın evinin içinden dışarı uzanan ağaç

Yozgatlı Osman Kalın'ın gecekondusunun ikinci kat balkonundayım
Duvar yıkıldıktan sonra kazanılan arazi yine bizim Türklerin bahçesine eklenir. Buna ilişkin ilginç de bir hikaye dinledik. Duvarın  yıkılmasından sonra ABD’den bir televizyon ekibi gelir. Gecekondu sahibini bulurlar, duvarın yıkılmasının iyi olup olmadığını sorarlar. Amaçları, “Duvar yıkıldı iyi oldu. Komünist rejimde yaşayanlar özgürleşti” gibi Amerikan propagandasına yönelik bir yanıt almaktır.

Osman Kalın zokayı yutmaz ve yapıştırır cevabı:

 “Evet. Duvarın yıkılması iyi oldu. Bu sayede benim bahçem duvara doğru biraz daha genişledi.”

Bu cevaba şapka çıkartılır.

Artık turistlerin de yoğun ilgi gösterdiği “Bizim gurbetçi Türkler”in gecekondusu zamanla rahatsızlık yaratır. Arazi, Berlin’in alt kademe belediyeleri Mitte ve Kreuzberg belediyelerinin sınırındadır. Mitte Belediyesi gecekonduları yıkıp, bahçeleri kaldırmak istese de Kreuzberg Belediyesi karşı çıkar. Çoğunluğu Almanlar’dan oluşan bazı sivil toplum kuruluşları da, bölgenin artık bir kültürel değer olduğunu, gecekonduların da “Kültür Varlığı” olarak korunması gerektiğini öne sürerek, yıkımı engeller.

Arazilerin tapusu yok. Belediyelere de ait değil. Peki bu arazilerin sonu ne olacak? Bunu da sordum. Gecekonduları yapan ve bahçeyi kullananlar yaşadığı sürece mülk onlara ait. Ama öldüklerinde miras yoluyla çocuklarına geçmesi imkansızmış. Bakalım ne olacak?

Konuyu uzattığımın farkındayım. Ama, bir şehir gezisindeki bu öykü bana müzeler, saraylardan daha ilginç geldi nedense.

Sohbet uzadıkça uzadı. Bu arada Osman Kalın’ın oğlu Mehmet Kalın, çaydanlığa su koydu kaynattı, sonra kahve ikram etti. Gecekondunun önündeki masaya oturduk. Hava da güneşli. Keyfimiz de gayet yerinde.

Biz Osman Kalın’ın gecekondusunun önünde oturur, evin içini gezer, kahvemizi içerken Osman Kalın, bahçeyi ekip biçmeye, gecekonduyu yapmaya başladığı dönemde Alman bürokrasisi ile uğraşmasında kendisine en büyük desteğin, hemen yakındaki Thomas Kilisesi’nin Papazı Herr Müller’den geldiğini anlattı. Osman Amca Papaz Müller için sık sık “Çook iyi adam çookk” dedi.



Osman Amca Papaz Müller ile...

Gecekonduların yanındaki kilise
Biz Osman amcalarla sohbet ederken, bitişik komşu Akyol ailesi ağaç budama, odun yapma işine devam etti. Bizden yana bakmadılar bile. Akyol ailesiyle sohbetteyken de Kalın ailesi oralı olmadı.


Bir ara Akyol ailesinin oğlu, bir arkadaşıyla geldi ve gitti.
Osman Amca’nın evinin önünde kahvelerimizi yudumlarken, kilisenin 2 yıl önce emekliye ayrılan ve bugün 67 yaşında olan Papazı Herr Müller, Akyol ailesinin yanına geldi. Kalktım yanlarına gittim ve Papaz Müller ile tanıştım. Uzunca boylu, gayet fit ve enerjik, saçları dökülmemiş, güleryüzlü papaz hararetle selamladı.

Şanslı günümüzdeymişiz ki, biraz sonra da Herr Müller’den papazlığı devralan yeni papaz 35 yaşındaki Claudia Mieth (Claudia Mieth, defterime adını, soyadını kendi yazdı. Ünvanını da:  Pfarrerin) geldi. Bu hanım da, kot pantolunu ve sade giyimi, yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle sohbete katıldı. Türk komşularıyla ne kadar iyi geçindikleri belli. Onların en büyük yardımcısı eski ve yeni papaz olmuş.

Eski ve yeni papaz ile Elmas Teyze ve Mehmet Amca'nın fotoğrafını çektim.

Eski Papaz Herr Müller ile yeni papaz Bayan Claudia Mieth
Bu kadar ayrıntıya girersem, bu gezi yazısı bitmeyecek gibi. Konuyu burada keseyim isterseniz.

Gezinin 2. gününün kalan bölümünü devam edeceğim. Ama söz; bir daha sizi bu kadar uzun yazarak yormayacağım.

16 Mart 2013 Cumartesi

BERLİN GEZİSİ İLK GÜN (03.03.2013 PAZAR)


BERLİN’DE İLK GÜN

Berlin'e ilk gidişim iş içindi. Sonrakiler de öyle. Dünyanın en önemli turizm fuarı Berlin'de her yıl Mart ayında düzenlenir. Bu fuara 180’i aşkın ülkeden 10 binden fazla firma, kuruluş, resmi kurum katılır. Fuarın ilk üç günü profesyonellere, son iki günü ise halka açıktır. Hele son iki gün fuar bir şenlenir bir şenlenir ki, sormayın. Yöresel kostümler giyen stant görevlileri ilgiyi kendi stantlarına çekmek için neler neler yaparlar. Müzik, dans, yöresel yiyecek ikramları ve promosyonlarla ülkelerinin tanıtımını yapmak için çaba gösterirler. Bu fırsatı hiç kaçırmaz, hep kimi zaman Afrikalı, kimi zaman Japon, Çin, Arap ya da Kızılderililerle fotoğraf çektirir, gösterilerini kısaca izler varsa yöresel yiyecek-içecek ikramı ne olursa olsun tadına bakmaya çalışırım.

Fotoğraflarımı gören eşim ne zamandır, kendisinin de ITB’yi görmek etmek istediğini söylüyordu. Buna aile dostlarımız Hüseyin-Füsun Aslan çifti de katılınca, Taa Ekim-Kasım aylarından bir seyahat organize etmek üzerime vazife oldu. Uçak bileti ve oteli 4-5 ay öncesinden ayarladık. Fuar 6 Mart’ta başlıyor ama biz 3 Mart’ta Berlin’de olduk. 4 gece Berlin, son üç gece Amsterdam’da konaklayacak, ikisinin ortasındaki bir geceyi boş bıraktık. Arada bir yerleri daha görür, bulduğumuz yerde kalırız diye düşündük.

Berlin’e 3 Mart Pazar günü öğleden sonra ulaştık. Schönefeld Havaalanı’ndan, Alexanderplatz’daki otelimize, taksiyle gitmeyi uygun gördük. Zaman kaybetmeyelim istedik. Valizleri otele bırakır bırakmaz attık kendimizi dışarı. Otelimizin bulunduğu bölge Berlin’in en turistik bölgesi. Müzeler Adası, Unter den Linden (Ihlamurlar Altında) caddesi, Berliner Dom, Televizyon Kulesi, Reichstag, Hackescher Höfe ve alışveriş merkezleri otele yakın bölgede.

İlk işimiz yürüyerek, Hackescher Höfe bölgesine gitmek oldu. Doğu Almanya döneminden kalan bu avlulu binalardan bir ikisinin avlusuna girdik. Duvarlar grafittilerle bezenmiş. Ortada çeşitli figürlerle oluşan birkaç sanat eseri, küçük bar ve kafeler. Binanın caddeye bakan kısmında ise Sinema Kafe. Bu kez girmedik ama önceki Berlin gezilerimden  birinde Cinema Cafe’de oturmuş, yorgunluk kahvesi içmiştik. Küçük salaş kafe sinemayla ilgili şeylerle dekora edilmiş.


Arkada Doğu Berlin zamanında yapılmış 360 metre yüksekliğindeki televizyon kulesi. Yukarı çıkıp kenti kuşbakışı izleyebilirsiniz.






Berliner Dom

Hackesche Höfe'de duvarlar grafitti ile dolu

Gençler sabun köpüğünden dev baloncuklar yapıyor, çocuklar eğleniyor.

Hackesche Höfe'de çeşitli materyallerden yapılan sanat eserleri

Grafitti ve bisiklet. Birbirlerine çok yakışıyorlar.




Acıkmıştık da, buralarda bir şeyler atıştırdık. Müzeler Adası’na doğru yürüdük. Diğer müzeleri atlayıp doğrudan Pergamon (Bergama) Müzesi’ne girdik. Müze saat 18.00’de kapanıyor. Görevlilerin 17.50’deki uyarısına kadar müzede kaldık. Bu benim müzeyi ikinci ziyaretim. Eşim ve arkadaşlarımızınsa ilk. Müzeye girişte basın kartımı gösterince, görevli hemen yanındaki arkadaşına yönlendirdi. Türkçe’yi gayet güzel konuşan Alman görevli bir form doldurmamıza yardımcı oldu ve hangi kurumda çalıştığımızı not etti. Müzeyi gezerken sesli rehberden aldık birer tane. Dil seçenekleri arasında Türkçe de var. Görevliler Türkçe’yi ayarladı. Hangi eserin önüne gelirseniz, o eserin önündeki küçük metal tabeladaki numarayı sesli rehbere girerseniz, o bölümle ilgili Türkçe bilgiyi kulaklıktan dinleyebiliyorsunuz. 







Ve işte Pergamon Müzesi


Müzeyle ilgili görüşlerimi daha önce yazmıştım. Bu nedenle tekrar bu konuya girme gereği duymuyorum.

Müzeden çıktığımızda hava kararmak üzereydi. Berliner Dom’u gördük. Caddelerde dolaştık, bölgedeki heykellerin önünde fotoğraf çektirdik. Dolaşırken aklıma geldi. Daha önce görmüştüm. Karl-Liebknecht-Straße 3 numaradaki Aquadom im Hotel Radisson Blu Oteli’nin lobisindeki dev akvaryum geldi aklıma. Eşim ve arkadaşlarım da görsün isterdim ve otele girdik. Otelin lobisinin tam ortasında, çatıya doğru uzanan ortası boş silindir biçimli akvaryumda irili ufaklı çeşitli balıklar var. Asansör ise bu silindir akvaryumun tam ortasından geçerek üst katlara çıkıyor. Lobinin ağaç dallarıyla yapılan dekorasyonu da ilginçti. Yolunuz düşerse otelin lobisine girip bu akvaryumu görmenizi öneririm.


Pergamon Müzesi'nin İslam Eserleri Bölümü

Pergamon Müzesi-Babil Kapısı

Pergamon Müzesi

Berliner Dom

Ahşap hediyelik dükkanından

Berliner Dom



Otelin lobisindeki dev akvaryum. Ortadan asansör geçiyor.

Otelden çıkıp hemen sola döndüğünüzde, ahşap kuklalar, heykelcikler, oyuncaklar satılan dükkana girdik. Arkadaşımız İnşaat Mühendisi Hüseyin Aslan’ın ahşap üretimi yapan bir atölyesi ve ahşaba olan ilgisinden dolayı girdik, mağazayı dolaştık. Bu dükkanın hemen yanında Berlin’e özgü hediyeliklerin satıldığı bir başka dükkan daha var. Onun yanında da mutfak eşyasından hediyeliklere her türlü ürünün satıldığı, bir çoğu özel tasarımların bulunduğu dükkanı da gezdik. 

Biraz daha dolandıktan sonra yürüyerek otelimize döndük. Öğleden sonra Almanya saatiyle 14.00’de geldiğimiz Berlin’de ilk günümüzü boşa geçirmemiş, en azından otel çevresindeki yakın bölgeyi gezmiş olduk.  Yürüyerek otelimize döndük. Erkenden yatalım ve erkenden kalkalım da günlerimiz dolu dolu geçsin istiyoruz.