Bu Blogda Ara

11 Mayıs 2016 Çarşamba

YANIBAŞIMIZDAKİ UZAK KOMŞUMUZ: İRAN (BİRİNCİ BÖLÜM)


İran'a ilgim 1978-1979 yıllarında henüz lise öğrencisiyken başlamıştı. O dönem yeni tanıştığım sol siyasi hareket, İran'daki siyasi gelişmelerle yakından ilgileniyordu. Şah'a karşı muhalefete, muhalefetin içinde de işçilerin desteklediği sosyalist kimlikli TUDEH'e sempati duyuyordum. TUDEH'in dinamik gençlik ve militan gücünden yararlanarak Şah'ı deviren mollalar, ilk fırsatta TUDEH'i saf dışı bıraktılar, önderlerini hapsettiler.
Neyse konumuz bu değil. İran'a gitme düşüncesi aklıma 10-12 yıl önce girdi. Ancak bu ülkeyi görmek 2016'ya kısmet oldu.
İran'a seyahat fikri aklıma girdikten bu yana bu ülkeyle ilgili pek çok yazı okudum. İran'ın, Türkiye'den göründüğünden çok farklı bir ülke olduğunu okuduklarımdan öğrendim. Ancak gözlerimle de bunu görmek istiyordum.

Kullandığım kredi kartında uçuş milleri birikince, aklımdaki iki ülkeden İspanya mı, İran mı tercihimi İran'dan yana kullandım. Eşim de biraz tedirgin olmakla birlikte fikrimi destekledi.

İran'a seyahat için en uygun mevsimin ilkbahar olduğundan Nisan ayı için biletlerimizi aldık. Dolu dolu 8 günlüğüne İran'da Başkent Tahran'ın (Onlar Tehran denilmesini tercih ediyor) yanı sıra İsfahan (Esfahan kullanılıyor) ve Şiraz'ı gezdik.


Bir tur şirketine bağlı olmadan, bireysel bir seyahat planı yaptık. Hem internette okuyup, bilgisayarıma kaydettiğim önceki gezi yazılarından, hem de Zafer Bozkaya'nın İran Gezi Rehberi kitabından yararlanarak, kaba taslak bir program yaptık.

Hem kentlerin tarihi-turistik yerleri ve pazarlarını gezecek, hem de arka sokaklara bakarak, İranlıların yaşamları hakkında gözlem yapacaktık. 

Yaptık da...

19 Nisan Salı günü akşamı İstanbul bağlantılı olarak Tahran'a uçtuk. Sabaha karşı İran saati ile (İran saati, Türkiye saatinden 1.5 saat ileri) 03.30 gibi Tahran İmam Humeyni Havaalanı'na indik.

Antalya-İstanbul bağlantı uçağı Sabiha Gökçen'e teker koyup aprona doğru ilerlerken, hemen arkamızda telefonla konuşan ve İranlı olduğunu tahmin ettiğimiz kadınla tanıştık. Adı Zehra imiş... Kızı ve damadı Antalya'da yaşadığından, 4 ay kadar Antalya'da kalmış, şimdi Tahran'a dönüyordu.

İstanbul-Tahran uçağında, yanyana oturduk ve kısa sürede kaynaşıp, sohbet ettik. Zehra Hanım'dan, internet ve kitaplardan okuduklarımdan çok daha farklı ve ilginç bilgiler aldık 3 saat süren Tahran yolculuğunda.

Tahran uçağına binmek için, beklerken Gül, 4-5 genç kadınla tanıştı. Başlarını örtmüş bekliyorlardı. Türkmenistanlı kadınlar da Tahran'a gidiyorlardı. Onların da ilk gidişiydi ve tedirgindiler. Daha uçağa binmeden başlarını örtmeleri gerektiğini sanmışlar öylece bekliyorlardı. İstanbul'da ev hizmetlerinde çalışıyorlarmış. Vize süreleri dolduğu için çıkış-giriş yapmaları gerekiyormuş. Tahran'a gidip, bir sonraki uçakla İstanbul'a geri döneceklermiş. Neden kendi ülkelerine değil de Tahran'a gittiklerini sordum. Kendi ülkelerine gidince, bir daha yurt dışına çıkmak için 5 yıl beklemek mecburiyeti varmış. 

Uçağı beklerken bir kadın daha gördüm. Fiziği, giyim ve makyaj tarzı Banu Alkan'a benziyor. Derin göğüs dekoltesinden memelerinin üçte ikisi görünüyordu. Dudaklarını ameliyatla kalınlaştırmış. Aynı kadını Tahran Havaalanı'nda bavulları beklediğimiz bantın başında tekrar gördüm. Başını geniş bir tülbentle azıcık örtmüş, dekoltesini de bu tülbentle kapatıvermiş ama yırtık kot pantolonundan bacaklarının diz üstü kısmı azıcık görünüyordu. Giyimi pahalı ve gösterişliydi. 

Tahran İmam Humeyni Havaalanı'nda, Zehra Hanım'ı eşi Behnam Bey karşıladı. Ayak üstü tanıştık. Onlar kentin başka bir bölgesine gittikleri için otelimize taksiyle gidecektik. Behnam Bey, taksi şoförüyle bizim adımıza pazarlık yaptı ve 80 bin Tümen (Toman veya Humeyni de deniyor) fiyat aldı.

İran'da hemen her mal ve hizmet alımında pazarlık şart. Hatta alışverişin olmazsa olmazı. Taksilerde taksimetre yok. Gideceğiniz yeri söyleyip pazarlık yapıyorsunuz. Ama taksiciler ve yabancı olduğunuzu fark eden esnafın sizi kazıklaması sıradan bir olay. Sıkı pazarlık yapmak şart. Dükkanlarda beğendiğiniz bir ürünü almak için, istedikleri fiyatın yarısını, hadi utanırsanız yüzde 60'ını teklif edin ama asla yüzde 70'inden fazlasını vermeyin. O kadar yani. 

Bu arada İran para birimi IRR hakkında bilgi vereyim. İran'da resmi para birimi İran Riyali. Bol sıfırlı banknotların en büyüğü 1 milyon Riyal. Ama günlük hayatta Riyal yerine, banknotları üzerinde yazan rakamların en sağındaki 1 adet sıfır atılarak, Tümen veya seyrek de olsa Humeyni deniyor. Mesela 1 milyon Riyal'e 100 bin Tümen deniyor. Banknotların bir yüzü Arap Alfabesi ile yazılmış ama diğer yüzünde Latin alfabesi ve rakamları yazdığından parayı tanımanız kolay.


Bizim seyahatimiz döneminde 1 TL 12 bin 500 Tümen'e tekabül ediyordu.

Tahran'a 60 kilometre mesafedeki İmam Humeyni Havaalanı'ndan otele gidişimiz 80 in Tümen. 65 TL'ye tekabül ettiğinden Türkiye'ye göre ucuz Tahran'a göre normal bir rakam. Türkiye'ye dönüşte aynı yolu bu kez 60 bin Tümen'e 50 TL'ye anlaştık.

Not: İran'da iki ayrı havalimanı var. Biri Tepe-Akfen Grubu'nun (TAV) işlettiği ve uluslararası uçuşların gerçekleştirildiği İmam Humeyni (IKA) Havaalanı, diğeri iç hatlar ile Cidde, Medine ve Şam uçuşlarına açık Mehrabad Havaalanı.

İran'da taksi ücretleri Türkiye'ye göre ucuz ama sıkı pazarlık yapmanız gerekiyor. Kentte sarı ve yeşil taksilerin yanı sıra, özel araç şoförleri de taksicilik yapabiliyor. Ya yolda bekleyen veya el kaldıran müşterileri alıyorlar, ya da bağlı bulundukları Ajans'lar aracılığıyla, telefonla arayan müşterileri taşıyorlar Ajans'ın gönderdiği taksiler biraz daha ucuz oluyor. Mesela biz Tahran'da 4 saat sürecek kent turu için taksiyle 75 bin Tümen'e anlaştık ama gezimiz belirlediğimiz saatten fazla sürdüğü için 110 bin Tümen (90 TL) ödedik. Yani taksinin saati 20 bin Tümen (16 TL) civarı.

Nerede kalmıştık?

Sabah 03.30'da önceden telefonla rezervasyon yaptırdığım Hafez Otel'in kapısına dayandık. Şoför taksiden indi, kapı ziline bastı, az sonra uykulu gözlerle genç bir görevli kapıyı açtı. Şoför bavullarımızı taşımamıza yardımcı oldu.

Not: Hafez Otel adresi: Bank Allay. South Ferdowsi Ave. TeL: +9821 66 70 90 63 - 66 70 53 31 hotelhafez1@gmail.com www.hafezotel.net Resepsiyon görevlisi:  İbrahim. (Otel İmam Humeyni Meydanı ve Türkiye Büyükelçiliği'ne yürüme mesafesinde)

Otele girişteki ilk izlenimimiz çok olumsuzdu. Sokak kapısından resepsiyonun olduğu 1. kata çıkışta merdivenlere serilen kırmızı yolluk pislik içindeydi. Günlerdir süpürülmemiş olmalıydı.

Otel temizliği konusunda hassas olan eşimi uyardım, sakın moralini bozma dedim. 

Not: İran'da otelde konakladığınız sürece pasaportlar resepsiyonda tutuluyor.

Odaya girdik. 3 yıldız ayarındaki, geceliği 2 kişi için 70 dolar olan odamızdaki tuvalet alaturkaydı. Oda düzgün gibi görünüyordu ama merdivenlerdeki gibi pislik içinde olmasa da idare edecek kadar temizdi.

Aktarmalı 2 uçak yolculuğunun ardından 45 dakikalık taksi yolculuğunda yorulduğumuzdan hemen yatıp uyumak istedik. Ben yorganın içine girdim, eşim yorganın üzerine eğreti yattı. Çarşafın temizliğinden emin değildi çünkü. Ertesi gün yeni temiz çarşaflar istedik, hemen gönderildi.

Bu oteli seçmemizin nedeni, fiyatının bizim seyahat bütçemize uygunluğunun (İran'da oteller çok pahalı. 5 yıldızlı oteller 150 dolardan başlayıp 250-300 dolara kadar çıkıyor) yanı sıra, resepsiyondaki İbrahim Bey'in Türkçe bilmesiydi. Otelin patronu ile resepsiyondaki diğer görevli kadın da Türkçe konuşabiliyor. Gerçi sonradan gördük ki, Tahran'da pek çok kişi Türkçe konuşabiliyor.

Kahvaltı 07.00-10.00 arasındaydı ama biz uykusuz bir gece yolculuğu yaptığımızdan 11.00 gibi uyandık ve ilk işimiz, Turkcell sim kartlarımızı çıkartıp, yerine İran mobil telefon hattı almak olacaktı. Sorduk, öğrendik. Otelden çıkıp sola döndüğümüzde 150 metre kadar gittiğimizde, tam da Türkiye Büyükelçiliği'nin (Ferdowsi Caddesi No: 337) karşı kaldırımında bir büfede sim kart satılıyordu. Bizim büfe, Avrupalıların kiosk dediği kaldırımdaki bu küçük gazete bayiine İranlılar Tekke diyor.

Büfeciye durumu anlattık. Kartı verdi ama ayrıca telefona kontör yüklenmesi gerekiyordu. 

Not: İran'da kontör yüklemenin adı şarj etmek. Telefonun bataryasının şarj edilmesine ne deniyor bilmiyorum.

Hem Gül, hem de benim telefon için aldığımız İrancell'in sim kartlarına 60'şar bin Tümen tutarında kontör yükledik yani şarj ettik. Bu işler için bize büfenin mülk sahibi (Büfeyi işleten başka kişi) Sefer isimli Azeri Türkü yardım etti. Tesadüfen oradaymış. Bir gün sonra Sefer'i bu kez Azadi Meydanı'nda gördük. Elinde fotoğraf makinesi turistlerin fotoğrafını çekiyor ve bu işten daha çok para kazanıyormuş. (Sefer tel: +98 912 316 36 04)

İrancell kartı aldığımız büfenin yanında döviz büroları var. Ayrıca kaldırımda seyyar dövizciler de çalışıyor. Bu seyyarlar koleksiyonerler için eski banknotlar (1970'lerin 50 TL'lik banknotunu da o tezgahta gördüm) ve toy (düğün) için demet demet sahte Riyal de satıyor. Toylarda yani düğünlerde havaya sahte para saçma adeti Türkiye'de de çok yaygınlaştı biliyorsunuz.


Tekrar otele döndük ve kenti gezmeye başlamak için plan yaptık. Yürüyerek yakındaki İmam Humeyni Meydanı'na gittik. Burada yaya trafiğine kapalı bir yola girdik. Siyah çarşaflı bir kadına Bazaar-ı Bozurg'u sorduk, kendisinin de oraya gittiğini söyleyip peşine takılmamızı istedi ve hızlıca yürümeye başladı.



Tam yürümeye başladık, sokakta kurulan bir platformda 4 sokak sanatçısının müzik yaptığını gördük. Durup dinlemek isterdik ama kadın hızlıca yürümeye devam ediyordu. Bir yandan da sohbet ediyorduk. Kırık bir Türkçesi vardı. Türk olup olmadığını sorduk. "Kort" dedi, "Kürt" diye düzelttik, onayladı. İran'da Kort sözcüğü kullanılıyor.

Kadın kaç çocuğumuz olduğunu sordu.

Bir kız bir oğlan dedik.

Bir kız bir oğlan, adını koydum Süleyman
 diye esprili ve kafiyeli bir tekerlemeyle karşılık verip, güldü.

100 metre kadar gitmiştik ki, kaldırım kenarında sıra bekleyen yeşil renkli 8-10 kişilik dolmuşa sıkış tepiş bindik, en arkaya oturduk. (Dolmuşlara kadın erkek karışık binilebiliyor.) Dolmuş ücretini ödememize izin vermedi. Bizimkileri de ödedi. Gerçi İran'da dolmuş, belediye otobüsü ve metro çok çok ucuz. Mesela metro 700 Riyal. (56 Kuruş).

3-4 dakika sonra dolmuştan indik. Bazaar-ı Bozurg'un büyük kapısına yakın bir noktada indik, O, çarşıdaki bir dükkana, evde yaptığı el ürünlerini satmaya gidiyormuş. Ayrıldık.


Bazaar-ı Bozurg. Yani Büyük pazar. İstanbul'daki kapalı çarşının daha büyüğü, çeşitli esnaf gruplarının bir araya geldiği arastalar halinde birbirine eklenmiş dev bir pazar. Mutfak eşyalarından giyim kuşama dek hemen her şeyin satıldığı binlerce dükkan var. 

Bu pazar adeta İran ekonomisinin kalbi. Devasa bir ticaret hacmi olduğunu öğrendik. Pazardaki ticaretin büyük bölümünü İranlı Azeri Türkler'in kontrolünde olduğunu söylediler.



Bazaar-ı Bozurg'un dar sokaklarında kalabalıktan yürümek kimi zaman güçleşiyor. Bu sokaklara araç giremediği için dükkanlara mal sevkıyatı da 4 tekerlekli alçak el arabalarıyla yapılıyor. El arabaları çarşıda yürümeyi daha da zorlaştırıyor. Hamallar ve el arabalarına çarpmadan yürümek mesele. 

Yaklaşık 200 yıllık tarihi çarşının sokaklarının uzunluğunun 10 kilometre kadar olduğu belirtiliyor. Tüm sokaklarını gezmemiz mümkün değil tabii. 1-2 saat kadar dolaşıp, girdiğimiz kapıdan çıktık.


Çıkışta tahminen 1000 metrekarelik bir meydan var. Meydanın iki ayrı ucunda, kalabalıkların toplandığını, bağırış çağırışlarla bir şeyler yapıldığını gördük. Merak ettik gittik. Ellerinde hesap makineleri ve telefonlar olan insanlar bir şeyler yapıyorlardı. Meydanın kenarında 50-60 santim yüksekliğindeki bir duvara oturmuş İranlıların kimi satranç, kimi tavla oynuyordu.


Yanaştık, derken biri Türkçe selamladı. Hemen sohbeti ilerlettik. Burası Tahran'ın bir anlamda ayaklı borsası idi. Bir grup insan altın, diğer bir grup da Dolar alıp-satıyordu. Bağırış, çağırış gürültü bu yüzdendi. Gürültüyle alışveriş yapan brokerlerin yanı sıra, kimi de kendi namına alım satım yapıyor olmalıydı.

Türkçe konuşan vatandaş, gürültüye ve orta yerdeki borsaya ve alım-satım yapanların zaman zaman birbirlerinin kafalarına, enselerine tokat atarak şakalaşmalarına bakarak, olayı küçümsememizi istedi.


Burada yüzbinlerce, hatta milyonlarca dolar alınıp satılıyormuş. 

Tavla oynayanların da, kumar oynadıklarını, her bir oyun için ortaya 100'er Dolar konulduğunu söyledi. Düşünsenize, şeriat ülkesi İran'ın başkenti Tahran'ın göbeğinde aleni kumar oynanıyor.

Borsa falan derken konuyu, bugünlerde ABD'de hapis hayatı yaşayan Ebru Gündeş'in kocası, eniştemiz Rıza Sarraf'a getirdim.

Rıza Sarraf'ı yakınen tanıyordu. Bu borsada birlikte aynı dönemde çalışmışlar.

Burada gördüğünüz şu kalabalığın içinde dolar-altın alıp satıyordu, Türkiye'de ünlü olana dek dedi.

Sarraf hakkında pek de iyi konuşmadı. Hatta araya mafya sözcüğünü de sıkıştırıverdi. Rıza Sarraf'ın dedesi zamanında amiral imiş. İran Devrimi döneminde mollalardan yana tavır almış. Dolayısıyla ilişkileri iyi. Bu bilgiler bana aktarılanlar. Doğruluğunu teyit edemedim elbette.

Sarraf'ın İran'da tutuklanan arkadaşı Babek Zencani'nin idam cezasına çarptırıdığını hatırlattım.

"Asamazlar"
 dedi.

Zencani, Mollalarla yakın ilişki içindeymiş, yaptığı yasadışı tüm işlerden mollaların pay aldığını, hatta onların adamı olduğunu, mafyanın içerisinde yer aldığını anlattı. 
Tekrar iddialı tekrarladı: Asamazlar, asarlarsa kendi foyaları da ortaya çıkar.


Sohbetin ardından meydandan Gülistan Sarayı'nın da arkasına düşen trafiğe kapalı caddede gezindik. Baharatçılar, kuruyemişçiler, dondurmacılar... Bir de taze sıkılmış meyve suyu. Renk renk. Gül, yeşil renkli kavun suyu, ben havuç suyu tercih ettim. Kavun suyu 3 bin, havuç suyu 2 bin tümen. Kavun suyu çok tatlı, sevdik, başka yerlerde de içtik.


Meyve sularını içtikten sonra geze dolana yeniden İmam Humeyni Meydanı'na gittik. Sokak sanatçılarının konseri sona ermişti. Aynı yerde geçici olduğunu tahmin ettiğim 10-15 standlık küçük bir pazar yeri vardı. yiyecek-içecek satıyorlar. Önüne üzeri kilim örtülü sıralar konulmuş çayhaneye oturduk. Gül açık çay istediğini anlatmaya çalıştı. İran'da demli çay istiyorsanız por renk, açık çay istiyorsanız kem renk demelisiniz. Çaylarımız geldi, içerken, aynı sıraya sırt sırta oturduğumuz 50 yaşındaki Elaha (Diğer adı Kamer) kızı 23-24 yaşındaki Nida ve Nida'nın 3 yaşındaki kızı Yekta ile tanıştık. 


Nereli olduğumuzu sordular ve kısa sohbetin ardından bizi evlerine davet ettiler. İran'da yeni tanıştıkları kişileri eve davet etmek sıradan bir olaymış meğerse ve mutlaka size "Bize gidelim" diye ısrar ediyorlar. Elaha ve Nida o kadar samimi bir şekilde bizi davet ediyorlar ki, kıramadık. Zaten İran kültürünü tanımayı, hatta İranlıların ev halini görmeyi çok istiyorduk. Çay paralarımızı da ödememize müsaade etmediler. 

Siyah çarşaflar giymiş Elaha ve Nida'nın peşine takıldık. İmam Humeyni Meydanı'ndaki metro istasyonuna kadar yürüdük. Nida hemen gişeye gidip bizim için 2 bilet aldı. Kendilerinin aylık kartları varmış. İş çıkışı saati olduğu için metro çok kalabalık. Gül, Elaha, Nida ve küçük kız Yekta kadınlara ayrılmış vagona binecekti. Elaha Hanım bir erkeğe yanaştı ve beni ona emanet ederek Sadıkiye durağında inmeme yardımcı olmasını istedi. Tren geldi, ben erkekler tarafına, Gül, Elaha ve Nida kadınlara ayrılmış vagona bindi.


Sırt çantam da olduğundan vagonda fena sıkıştım. Adeta tost vaziyetinde seyahat ediyorduk. Kadınların vagonu ile aramızda, bel hizasında camlı bir paravan vardı. Fiziken ayrı vagonlardaydık ama vagonların arası neredeyse açık. Gül ve bizi evlerine davet eden kadınlarla neredeyse yanyana seyahat ettik. 7 durak yolumuz var. Sıkış tepiş yolculuk anında, meraklı gözlerle bana bakan İranlılarla sohbete başladım. İstanbul'u, Antalya'yı ve mesleğimi soruyorlar. Bu arada gazetecilik mesleğinin Azeri Türkçesi'ndeki karşılığını da öğrendim. Habernigar. Bundan sonra mesleğimi soranlara, habernigarım dedim. Yanımdaki 30 yaşlarındaki biri de habernigar imiş. Bugün kent merkezine dürbün (fotoğraf makinesi) satın almak için gitmiş. Fotoğraf makinesine dürbün denildiğini de öğrenmiş bulunuyorum. 


Bu arada, belediye otobüsü ve metrolarda kadınlara özel vagon konusuna değineyim. Bu işin şeriatla falan ilgisi yok arkadaş. Kadınlara özel vagon ya da bölüm otobüslerde, metroda kadınlar için önemli rahatlık. Ben erkek olarak, o vagonda tostun içindeki kaşar gibi seyahat ederken zorlandım. Kadın vagonu da kalabalıktı ama o kadar değil. Kalabalık olsa ne yazar. O bölüme fordcular. tacizciler giremeyeceğine göre bir risk yok demektir. Haa... dolmuşta ya da şehirler arası otobüslerde kadınlara ayrı bölüm diye bir şey yok. Hatta şehirlerarası otobüslerde "bayan yanı" diye bir şey de yok. Eğer kadın itiraz etmezse, tanımadığı bir erkek ile yan yana koltuklarda 8-10 saat yolculuk yapabilirler. 

Erkek taksi şoförlerinin araçlarına kadınlar binebilir. Öne ya da arkaya oturabilir. Ama kadın taksi şoförleri de var. İsteyen kadınlar bu taksileri de kullanabilir.


Metroda Sadıkiye durağında indik. Gideceğimiz yer Şehran. İranlı müstakbel ev sahibelerimizle birlikte bir taksiye bindik. 10kilometre kadar gittik ve eve geldik. Elaha 8 bin 300 tümen (7,5 TL) tutan taksi ücretini ödedi. Bana yine para ödetmediler.

Bizi evin beyi Hussein Esrafili karşıladı. Hüseyin Bey, muallim (öğretmen) imiş aynı zamanda da şair. Tam 27 kitabı varmış. Fakat bizimle oturup sohbet edemedi. Bir kaç gün sonra banttan yayınlanacak bir televizyon programının çekimine katılmak üzere evden çıktı. Programda şiirlerini okuyacakmış.

Elaha ve Nida eve gelince çarşaflarını çıkartıp, kıyafetlerini değiştirdiler. Başlarını açmadılar ama daha rahat kıyafetler giydiler. Ne de olsa evlerinde henüz bir kaç saat önce tanıştıkları yabancı bir erkek vardı.


3 yaşındaki Yekta'nın annesi Nida severek evlendiği eşinden ayrılmış; anne ve babasıyla yaşıyormuş. Bu arada İran'da son yıllarda boşanmaların arttığını da öğrendik. Ayrıca gençler evlenme konusunda da isteksizlermiş. Evlilik yaşı da 30'ları buluyormuş neredeyse. Haa İran'da çok eşlilik de yok ya da çok çok azmış. Çok eşli erkeklere "pis" diyorlar. Çok eşlilik toplumda kabul görmüyormuş. 

Bir not daha: İran'da çocuk evlilik meselesi de yok sayılabilecek düzeydeymiş ve Türkiye'den bu konuda hayli ilerdeymişler. Elbette bu anlattıklarım istatistikler ve bilimsel çalışmalardan elde ettiğim bilgiler değil. Tanıştığım, sohbet ettiğim İranlılar'dan aldığım bilgiler. Dolayısıyla doğruluğuna yüzde 100 kefil değilim.
Neyse, Elaha Hanım Amerikan mutfaklı evde bazı hazırlıklara girişti. Nida ise bizi babasının çalışma odasına götürdü. 4 duvar kitaplar ve plaketlerle dolu. Babasının yazdığı bir kaç şiir kitabını gösterdi. 

Bu arada, 21 Nisan, yani yarın İran'da babalar günü imiş. Nida bizimle karşılaştığı çarşıya babasına hediye almak için çıkmış. Bize babasına aldığı şık bir deri el çantasını gösterdi. Gül ile beraber Nida ve el çantasının fotoğrafını çektim.


Fotoğraf çekiminin ardından Nida, çantayı Gül'e verip "Kabulü mümkün değil" dedi.

Evet, İran'da çok duyacağınız bir cümle daha: Kabulü mümkün değil. Size bir şey hediye etmek istediklerinde söyledikleri bir cümle bu. Çok sık kullanılıyor.
Olur mu hiç, babana aldığın hediyeyi bize nasıl verirsin, biz kabul etmeyiz dedik. Bir-iki küçük ısrarlaşmadan sonra, elbette çantayı almadık. Nida da daha fazla ısrar etmedi.

Bir kaç gün sonra, gün boyu gezmek için kıran kırana pazarlık ettiğimiz taksici de, günün sonunda ücretini ödemeye sıra geldiğinde, parayı reddediyor gibi yapıp "Kabulü mümkün değil" demesin mi? Bu durum bir nezaket göstergesi elbette. Hakikaten, İranlılar'ın çok nazik olduğunu da söylemeliyim. 

İkili ilişkilerde bu kadar nazik ve iyi insanlar olan İranlılar'ın ticarette bu kadar iyi olmadıklarını da not etmeliyim. Türkiye'ye dönüşte havaalanında 3-4 Türk işadamı ile tanıştım. Her birine sordum. Hepsi İranlılarla ticaret yapmanın güçlüğünden söz etti. Pazarlık ve para ödeme konusunda yaşadıkları sıkıntılardan yakındılar.

Konuyu dağıtmayayım: Elaha ve Nida hanımlar bir ara ayrı ayrı diğer odaya namaz kılmaya geçtiler. Namazın ardından evin hanımı Elaha veya diğer adıyla Kamer hanım bize yemek hazırlamaya girişti. Bizim oturduğumuz koltukların hemen önüne yere bir sofra bezi serip, reyhan, tere, pırasaya benzer başka bir otu ayıkladı, temizledi.

Not: maydanozun adı caferi.

Sofraya oturduk. Şık, Avrupai bir masa. Gümüş çatal ve kaşık. Nedense bıçak yok. Fırında tavuk, safranlı pilav, yeşillik ve şişe ayran. Hepsi nefis görünüyordu. Haa, İran'da ayran da bizdekinden farklı. İçerisinde kekik aroması, kokusu var. Ben beğendim. Gayet güzel.


Yemekten sonra teşekkür ettik; "selametle" yanıtını aldık. Elaha ve Nida içlerinden küçük bir dua okuyup, ellerini yüzlerine sıvadılar.

Not: İran'da vedalaşırken "Hüda hafız" deniyor. Yani Allah saklasın veya Allah korusun.

Evden söz edeyim. Diğer odalarını görmedim ama geniş salon. Acık mutfaklı. Salonun bir bölümünde günlük kullanım için modern tarzda kanape, koltuk takımı. Arka tarafta ise ağır bir klasik koltuk takımı ve yine klasik tarz ahşap saat ve dekorasyon malzemeleri. Perdeler sıkı sıkıya kapalı. 

Evet. İranlı bir ailenin evini de görmüş olduk. Gerçi biraz zengin, ya da orta halli bir ailenin eviydi bu. Kirada 4 evleri varmış. Baba öğretmen ve şair, karısı ev hanımı. Nida da eşinden ayrıldıktan sonra çalışmak istemiş ama babası benim durumum senin geçimini sağlamaya yeter deyip çalışmasına izin vermemiş ve yanına almış kızıyla torununu. 

Bu arada, Tahran'a kadar aynı uçakla seyahat ettiğimiz Zehra Hanım telefon etti. Yarın akşama yemeğe bekliyormuş. 

Bakar mısınız şu işe? Ben ününü duyduğum İran kebaplarını yeme hayali kurarken, ilk gün bir evde., ikinci gün başka bir evde yemeğe davetliyiz. Yani ev yemeği yiyeceğiz. Olsun. Bu da güzel.

Saat 22.30 oldu ve evin erkeği Hüseyin Bey, tv çekiminden dönmedi daha. Müsaade istedik. Elaha Hanım Ajans'tan taksi çağırdı ve telefonda gideceğimiz adresi de belirtip, fiyatını aldı. Biz sokağa çıkıp taksiye binsek, pazarlık yapsak bile onların telefonla ajanstan aldığı fiyattan daha fazla ödemek durumunda kalırız.
Aşağı indik, taksi bizi bekliyordu. Vedalaşıp otele gitmek üzere ayrıldık. Elaha Hanım taksinin ücretini de ödemek istedi ama bu kez kesinlikle izin vermedik buna.

Tahran'da ilk günümüz renkli ve yoğun geçti. 

Yarın, Azadi Meydanı, Milad Kulesi ve Derbent'e gideceğiz.

Haaa, bu arada Gül'ün İran'a gelirken yaşadığı tedirginlik sona erdi, rahatladı. 

BÖLÜM-2


İran'daki ikinci günümüz. Tarih 21 Nisan 2016 Perşembe.

Gezimize devam edeceğiz. 

Sabaha karşı Gül'ün hapşırık sesiyle uyandım. Müjde: Eşim hasta olmuştu. Nasıl olmasın. Tahran'ın havası o kadar kirli ki...

Tahran 16 milyonluk nüfusu ve çok yoğun trafiğiyle İstanbul'u aratır. Üstelik kullanılan yakıt kalitesiz benzin. İran'da binek otomobillerin tamamı benzinli Sadece kamyon ve otobüsler dizel yakıtla çalışıyor. Benzin ise çok kalitesiz. Otomobillerin eskiliğinin yanında kullanılan benzinin kalitesizliği yüzünden hava feci şekilde kirli. Üstüne bir de yine kalitesiz benzin kullanan onbinlerce motosikletin egzozlarından çıkan gazı eklediniz mi, durum vahim. Yaya yolunda yürürken ağzınız, burnunuz yanıyor. Tahran'da ağız ve burnunu maskelerle kapatmış çok sayıda insan gördük. Zaten hava kirliliğine bağlı hastalıkların yüksek olduğu söyleniyor. Daha sonra gittiğimiz İsfahan ve Şiraz'da hava kirliliği az da olsa var ama Tahran'daki kadar değil.


Bugün de tatil. İran'da perşembeleri yarım, cumaları tam gün tatil. Ama bugün Babalar Günü olduğundan perşembe de tam gün tatil. İran'da Hz. Ali'nin doğduğu gün Babalar Günü, Hz. Zehra'nın doğduğu gün de Anneler Günü olarak kutlanıyor. Babalar gününe Dede Günü veya Dede-Baba Günü denildiği de oluyor. Babalar günü hangi güne denk gelirse gelsin resmi tatil. 

Hasta da olsak gezmeye devam edeceğiz. Kahvaltıdan sonra resepsiyondan bize taksi bulmasını istedik. İbrahim Ajans'tan bir taksi çağırdı. Azadi Meydanı, Milad Tower, Derbent ve Gülistan Sarayı'nı gezeceğiz. 4 saat süreceğini öngördügümüz gezi için otele gelen Nader 80 bin Tümen istedi. Çok bir para istemedi ama yine de pazarlık yapmadan olmaz. Kısa bir pazarlıkla ancak 5 bin Tümen indirim yaptırabildik. 4 saat boyunca 60 TL karşılığı 75 bin Tümen'e yaklaşık 70-80 kilometrelik bir tur atacağız. Otobüs, dolmuş ve metroyla bir günde bu dört yeri gezmemiz imkansız. Eğer mümkün olabilse, otobüs ve metroya çok olsa 10 bin tümen vererek, geziyi ucuza getirebilirdik.

Azadi Tower

İlk durak Azadi Meydanı ve Azadi Kulesi. Taksici bizi çook geniş bir göbeğin etrafında dolanan yolun kenarında indirdi ve kendisi de inerek, yolun karşısına geçmemize yardımcı oldu. Hani çocukların elini tutup yolun karşısına geçirir gibi.

Gülmeyin!

İran'da trafik o kadar yoğun ve şoförler o kadar kötü ki. Trafikte kuralsızlık bir kural haline gelmiş adeta. Bazen öyle hayret ediyorum ki; şerit değiştirmelerde tam şimdi çarpıştık derken, herkes bir şekilde kılpayı kurtarıyor. O kadar yoğun ve kaotik trafikte tartışan, kavga eden şoför görmediğim gibi fazla korna sesi de duymadım. Sanki insanların sinirleri alınmış. Ya da kavga etmenin cezası çok ağır olmalı ki, kimse dövüşmeye cesaret edemiyor. 

Neyse, güzel bir peyzaj çalışması yapılmış meydanın ortasındaki anıta geliyoruz.

Sürpriiizzz: 16 milyonluk İran'da kiminle karşılaşsak iyi.

Bir gün önce bize İrancell kartlarımızı satan büfenin mülk sahibi Sefer... 

Sefer bizi hemen tanıdı selam verdi. Azadi meydanında seyyar fotoğrafçılık yapıyormuş. Büfeyi kiraya vermiş, turistlerin fotoğrafını çekip, hemen karta bastırıp satarak, daha çok kazandığını söyledi.

Elimdeki Canon marka makineyi görünce, parayla fotoğraf çekmeyi teklif etmek yerine, "Verin makinenizi, fotoğraflarınızı çekeyim" dedi. 

Bizi Azadi Tower'in fotoğrafının en güzel çekilebileceği açıların yakalandığı noktalara götürüp, çeşitli pozlar verdirerek, fotoğraflarımızı çekti. Hatta basmanın yasak olduğu çimlerin üzerine oturttu bizi. Uzaktan güvenlik görevlisi düdük çalınca,"Merak etmeyin. O bizden" diyerek, işine devam etti.


Ayakta, yürüyor gibi yaparak, ben oturmuş, Gül ayakta, Gül tek başına ve çimlere oturmuş şekilde pek çok fotoğraf çektikten sonra, Gül'e bomba teklifi yaptı:

"Başörtünü çıkar bir de böyle fotoğraf çekeyim."

Korktuk. Olur mu dedik.

Olur olur. Burası Azadi yani Özgürlük Meydanı. Başörtünü burada çıkartıp fotoğraf çektiremeyeceksin de nerede çektireceksin.

İkna olduk. Gül başını açtı. Sefer bir kaç kare fotoğraf daha çekti.

Tahran'ın göbeğinde, Özgürlük Anıtı önünde başı tamamen açık

Fotoğraf işi bitince kuleye doğru yürüdük. Sefer bildiklerini anlattı. 

Meğer Şah döneminde burada bira içiliyormuş. Alkollü partiler düzenleniyormuş. Ayrıca gizli bir kapıdan, bir metroya ulaşılıyor ve bu metro dakikada 360 kilometre (saatte demek istedi sanırım ama bu da o dönem ne kadar mümkün dü bilemiyorum) süratle havaalanına gidiyormuş. Yani Şah, devrileceğini yıllar önce tahmin etmiş de kaçış planlarını hazırlamış... Doğru olabilir tabii. Bir şey diyemem.


İşte fotoğraflarımızı çeken Azeri Türkü Sefer

Tahran'ın önemli simgesi sayılan Azadi Tower veya başka bir deyişle Azadi Kulesi, çook ama çok büyük bir meydanın ortasında yer alıyor. Çevresi, 4-5 şeritli yollarla çevrili. 

Bu anıt kule, 1971'de Pers İmparatorluğu'nun kuruluşunun 2 bin 500'üncü yıldönümünde Shahyad Anıtı olarak yapılmış. Aynı yıl Şiraz yakınlarındaki Persepolis Antik Kenti'nde de, Pers İmparatorluğu'nun kuruluşunun 2 bin 500'üncü yılı pek şaşaalı törenlerle kutlanmış. Şiraz gezisi bölümünde bu konuya değineceğim.

Anıt kulenin alt katında bir bilim müzesi, orta katlarında ise İran Tarihi Müzesi var. Asansörle en üst kata çıktık. Buradan tüm Tahran'ı görebildik. Hele anıtın bulunduğu Meydan-ı Azadi yani Özgürlük Meydanı tüm ihtişamıyla karşımızdaydı.

Kulenin alt katındaki sergi


Meydan-ı Azadi yüzbinlerce kişinin katıldığı gösterilere ev sahipliği yapıyor.



Bu fotogğraf, anıtın çevresindeki meydanın azametini daha iyi gösteriyor.



Kule'deki müzeyi bizimle beraber küçük öğrenciler de gezdi.



Kulede sergilenen bir resim. İpek halı dokuyucusu

Not: Azadi Tower'e çıkış için kişi başı 15 bin Tümen ödedik. Nedense İran'da müzeler, kuleler çok pahalı. Bir de turistlere farklı bilet uygulaması var. İranlılar'ın 3 bin Tümen'e girdiği müzeye hariciler yani yabancılar 20 bin Tümen ödemek zorunda. Gerçi bu uygulama Avrupa ülkelerinde de var ama burada çok canımızı sıktı bu durum.

Kuleden indik, Gül ile el ele tutuşarak, güç bela yolun karşısına geçip, bizi bekleyen Nader'in taksisine bindik. 

Şimdi Miladı Tower'e gidiyoruz.

Milad Kulesi Azadi Kulesi'ne göre daha yeni. 2000 yılında yapımına başlanmış ve 2008 yılında açılmış. Kentin merkezinde ve her yerden görülebiliyor. Tam 435 metre yüksekliğinde. Televizyon-radyo vs vericileri için yapılmış ama sonradan turistik bir figür haline de gelmiş.


435 metre yüksekliğindeki kulenin 12'inci katındaki 315 metre yüksekliğindeki teras katına kadar çıktık. Asansör müthiş hızlı. Yüzlerce metreyi jet gibi bir kaç saniyede çıkıveriyor. Terastan tüm Tahran'ı, ve Tahran'ı çevreleyen karlı dağları izledik. Haa Tahran'da karlı dağlar (Elbruz Dağı) bir başka güzel. Yazmasam o güzelim dağlara haksızlık ederdim.

Milad Tower'dan karlı Elbruz Dağı'nın görünümü

Kulede bir de sürekli midir, geçici midir bilemem ama bir mumya heykel sergisiyle karşılaştık. İranlı şair Pervin başta olmak üzere ressam, bilim adamı, şairlerin mumya heykelleri gerçeğine çok yakın yapılmış ve sergileniyor.

Not: Yani demem o ki, bizim "Şeriat devleti" olarak algıladığımız İran'da heykeller günah denilip balyozla parçalanmıyor, heykellerin üzerine tükürülmüyor. Kentin bir çok parkı ve meydanında da gayet güzel heykeller sık sık karşımıza çıktı.





Okuduğumuz kaynaklar, Milad Kulesi'nin, Muhammet Rıza Hafizi (Yadman Sazeh İnşaat Şirketi) tarafından İran ve İslami geleneklerine göre doğu tarzı bir yapı olarak tasarlandığını yazıyor.
Not: Milad Kulesi'ne çıkış için kişi başı 35 bin Tümen (28 TL) ödedik. Çok pahalı değil mi? Bundan önceki Azadi Kulesi'nde Sürekli Basın Kartı'mı gösterip, geçersiz yanıtı alınca, sonraki müzeler veya anıtlarda kartımı göstermeye gerek duymadan paşa paşa biletimi aldım.


Kuleye çıkmadan önce taksici Nader bize 1,5 saat süre vermişti. Ancak süreyi aştığımızdan iki kez telefonla arayarak, nerede olduğumuzu sordu ama aslında acele edin demek istedi.

Kuleden indik, Nader bizi kapıda bekliyordu. Otoparka kadar 5 dakika yürüyüp taksiye bindik. Şimdi Derbent'e gideceğiz. 

Trafik yoğun. Hele Derbent'e yaklaştıkça daha da yoğun. Derbent kentin kuzeyinde, Elbruz Dağı'nın yamacında dar bir kanyon. Ortadan suların aktığı, çevresinde restoran ve cafelerle turistik eşya satıcıları ve geleneksel reçel ve şekercilerin olduğu çok güzel bir mesire, gezinti alanı.
Derbent civarındaki, yani kentin kuzeyindeki mahalleler de zenginlerin oturduğu mahalleler. Üstelik bugün Babalar Günü tatili. Trafik bu yüzden daha kalabalık olmalı.

Trafiğin adeta durduğu kavşaklarda dilenenler, cam silenler, çiçek satanlar var. Aynı Türkiye'deki gibi. Ama farklı bir şey daha var. Bunu Türkiye'de görmeniz imkansız. Elinde küçük silindirik bir mangal ve telden yarım daire şeklinde sapı olan tütsü kapları. İçerisinde buhur yanıyor ve çocuklar salladıkça duman kavisler çizerek otomobillerin üzerine yayılıyor. Yani bu çocuklar, otomobiller ve içerisindekilere nazar değmesin diye tütsüleme işlemi yapıyor ve bozuk paralarla bahşişlerini alarak geçimlerini sağlıyorlar.

Arabaları tütsüleyen çocuk

Yoğun trafikten, sıkışıklıktan söz ederken tam da bu sırada Derbent yokuşunda, sağda park halindeyken yola çıkmak üzere direksiyonu sola kıran otomobil, içinde bulunduğumuz taksinin sağ arka kapısı ve sağ arka çamurluğunu yamultuverdi.

Taksici Nader indi, diğer aracın şoförü de... Kavga-tartışma başlayacak diye beklerken, her iki şoför, araçlardaki hasarlara baktılar, arabaları kenara aldılar, sessizce konuştular, evrak hazırladılar. Bu sırada beyaz gömlekli bir trafik polisi geldi. 2 dakika kadar da onunla konuştular. Tüm bunlar 10 dakika falan sürdü ve hiç bir şey olmamış gibi yola devam ettik.


Derbent'e giden caddede bir mağaza önündeki ağaçlara halı-kilim giydirmiş.
Kaza yapan şoförler konuşurken ben de taksiden indim yol kenarındaki esnafla sohbete başladım. Nereli olduğumu sordu. Zaten İranlılar, turistlere selam vermeyi ve nereden geldiğini sormayı seviyor. Türküz dedik. İstanbul'u sordu. Osmanbey'den tekstil malzemesi getiriyormuş. 

Türk textil very very good dedi.

Bu sırada, önünde durduğumuz iş merkezinden güzel giyimli hanımlar çıktı. Bir kaç saniye sonra ise önümden sarığı, sakalı ve pardesüsüyle bir molla geçti.

Molla omuzları dik, pek havalı yürüyor.

Trafik kazasından söz etmişken yeri geldi anlatayım. Hani bizde Ramazan ve Kurban bayramlarında tatile çıkanlar, memleketine gidenlerin karıştıkları trafik kazalarında 150-200 kişi ölür ya... İran'da da Nevruz Bayramı'nda şehirler arası yollarda bin hatta 2 bin kişinin öldüğü anlatıldı bize. Korkunç bir rakam.

Laf lafı açıyor. Bayram deyince de şunu belirtmeliyim. İran'ın en büyük, en önemli bayramı Nevruz Bayramı. Kurban ve Ramazan Bayramı ikinci, üçüncü planda kalan bayramlar. Kurban Bayramı bizdeki gibi 4 değil, 1 gün ve adı da Hac Bayramı. Ramazan Bayramı da 3 değil, o da 1 gün.
Nevruz Bayramı'nda bizdeki dini bayramlarda olduğu gibi küçükler büyüklerini evlerinde ziyaret edip, bayram tebrik edip el öpüyorlar.

Derbent mesire alanına giderken, bakın size ne bilgiler verdim. Şimdi yola devam edelim.

Derbent'in girişinde taksi güç bela park yeri buldu. 

Yürümeye başladık. Önce bizi bronz renkli bir heykel karşıladı. Fotoğraf çektik, devam ettik.


Yol kenarındaki dükkanların önünde rengarenk, pestil, kurutulmuş meyve ve reçeller dizilmişti. Can erik ve kayısı çağlası da satılıyor. Ayrıca haşlanmış ve tanelenip üzerine kırmızı biber ve başka baharatlar ile sirke konulan bakla da satılıyor. Bu bakla, eğlencelik olarak yürürken tüketilebiliyor.




Baharatlanmış, sirkelenmiş haşlanmış bakla.


Şeker hastalarını bile cezbeder bunlar.



Derbent'te güzelbir restaurant.

5 bin Tümen (4 TL) vererek, çorba kasesine benzer plastik kapta bakla aldım, yiyerek yürüdüm. Gül de, blackberry veya roseberry benzeri ekşimsi bir meyve (reçel gibi) aldı. O da 100 gramı için 5 bin Tümen ödedi.

Sonra sağ taraftaki restoranlar, cafeler çıktı karşımıza. Güzel kebap kokuları her yeri sarmıştı. Lokantaların önündeki teşrifatçılar, gezinti yapanları içeri davet ediyor. Öyle sırnaşık değiller. Teşrifatçının biri, restoranın üst kısmında sanki bir hortumdan akan kadar, hadi diyelim ki biraz daha fazla su akıntısını göstererek, "Niagara Şelalesi" diye espri yapıp, bizi lokantaya çekmeye çalışıyor.

Derbent'te el falı baktıran bir genç kız. Arkadaşı da gülerek poz veriyor.

Kızlar, erkekler, gençler, sevgililer, aileler yukarı-aşağı geziniyor. Reçel, pestil satıcıları tadım yaptırıyor. 

Derbent, Tahran'ın sıcağından kaçanlar için bir serinleme, hava alma mekanı. Şırıl şırıl suların arasında, tepesi karlı dağdan esen serin rüzgar ziyaretçilerini fazlasıyla memnun ediyor.



Ohh serinlik!

Taksiye döndük. Son durağımız Gülistan Sarayı. Saray, otelimize, Bazaar-ı Buzurg ve İmam Humeyni Meydanı'na yakın. Taksiden indik, 4 yerine 5,5 saat gezmiştik. 75 bin Tümen'e anlaşmıştık ama zamanı geçirdiğimiz için Nader 110 bin Tümen istedi. 100 bin Tümen yeterliydi aslında ama itiraz etmedik ödedik. Nader parayı aldı ve "Bize gidelim, yemek yiyelim"dedi.

Bakar mısınız şu işe. Fiyat için pazarlık yap. Sonra da müşterini evine, yemeğe davet et. İranlılar böyle işte.

Gülistan Sarayı'nın girişinde 15-20 kişilik bir kuyruk vardı. Bekledik. Sıra bize geldiğinde bilet istedik. Nereyi gezeceğimizi sordular. Sarayın krokisini gösterdiler, ben elimle hepsi anlamına gelen bir daire çizdim krokinin üzerinde ama demek ki sadece bahçenin çevresini işaretlemişim. Free dediler. Bilet vermediler. Allah allah, para almadılar derken, içeride gerçeği anladık. Meğer sarayın bahçesi ücretsiz ama saraydaki 8 ayrı bölüm ayrı ayrı ücretliymiş ve hepsine bilet alsak toplam kişi başı 96 bin Tümen ödememiz gerekiyormuş. Sarayın kapanma saati yaklaşıyordu. Ücretsiz olarak bahçeyi gezmemiz yeterli olacaktı. Zaten binaların dışı da müthiş güzellikte işlemelerle süslüydü.










Gölge, serin ve buzdolabındaki musluklarından sebil su akan saray bahçesinde gezindik. Derken bir köşede, Şah ve Kraliçe kostümleriyle fotoğraf çeken genç kızlara rastladık. Biz de fotoğraf çektirelim istedik. 30 bin Tümen verdik aşağıdaki pozu verdik.


Saraydan çıktık, dün gittiğimiz Bazaar-ı Bozurg'un önüne kadar tekrar yürüdük. Babalar Günü tatili dolayısıyla pazar kapalıydı ama önündeki canlı-ayaklı borsa faaliyetteydi. Yine bağırış-çağırış arasında alım/satım yapılıyordu. Küçük fotoğraf makinemi çıkartıp, görüntü çekmeye başladım. 2 dakika kadar çekim yaptıktan sonra kalabalığın içerisinden biri gelip, çekme işareti yaptı. Makineyi kapattım. 

İran'a gitmeden önce, okuduğum gezi yazılarında, fotoğraf ve görüntü çekerken çok dikkatli olmak gerektiği yolunda uyarılar vardı. Bu yüzden eşim Gül tedirgin bir şekilde, sıkça beni uyardı. Ama gördüm ki, fotoğraf çekimi o kadar da sıkı değil. Tamam hükümet binaları ve askeri yerlerin fotoğrafını çekmemek gerek. Ama izin istemek şartıyla kadınların fotoğrafını çekmek sorun olmuyor. Hatta memnuniyetle poz veriyor bazıları.


Biraz daha dolandık, yine kavun suyu içtik. Bu sırada taksicinin biri bize İtalyan mısınız diye sordu. Hiç de İtalyan'a benzer yanımız da yok oysa. 

Gün bitti. Ama akşama Zehra Hanrım'ın evine yemeğe davetliyiz. Zehra Hanım evin adresini SMS ile gönderdi. Taksi bulup Zehra Hanım'ın evine gideceğiz. Derken yanımıza 35-40 yaşlarında biri yanaştı. Kırık Türkçe ve bozuk İngilizceyle (Benim İngilizcem ondan da bozuk) bizimle tanıştı. Hani İstanbul'un turizmle yeni tanıştığı yıllarda Sultanahmet'te dolanıp turistlerle arkadaşlık ederek İngilizcesini ilerletmek isteyen gençler vardı ya, işte bu arkadaş da öyle biri. 

Couçhsurfing'ten söz etti. Türkiye'ye gelmek istediğini söyledi. Mail adresimi aldı, mail adresi ve telefonunun yazılı olduğu bir kağıdı, not defterinden koparıp verdi. Biz yürüyoruz o da yürüyor. Bize gönüllü rehberlik, liderlik yapmak istediğini söylüyor. Aslında bir otomobil fabrikasında montajda çalışıyormuş ama istifa etmiş. Patronum (Muhtemelen ustabaşı) diktatördü, hastalandım izin vermedi diyor. Anne-babasıyla yaşıyormuş.
Bir yemeğe davetli olduğumuzu, taksiye binip gideceğimizi söyledik. Adrese baktı, sizin için taksicilerle konuşup pazarlık yapayım dedi ama sonradan metro ile 6 durak gidip oradan taksiye binmenin daha mantıklı olacağını söyledi.

Metroya kadar gittik. Tanesi 700 Riyalden (56 kuruş) 2 bilet aldım. O arkadaş, bizimle ineceğimiz durağa kadar gelebileceğini söyledi. Peki sen sonra ne yapacaksın dediğimde metroyla geri dönebileceğini söyledi. Gül bu adamın tavrından endişelendi ama ben ruhunu, niyetini anladım. Sadece konuşmak, Türkçe ve İngilizcesini ilerletmek istiyor ve turizme gönül vermiş biri. Beraber metroya bindik. Gül de kadınlar bölümüne değil, karışık seyahat edilebilen bölüme bizimle beraber bindi.
6 durak sonra indik. Gönüllü rehberimiz, sora sora hangi kapıdan çıkacağımızı öğrendi. Taksiye kadar geldi. Bizim için adresi verdi ve iki turiste yardım etmenin gönül rahatlığı ve sevinciyle vedalaştı.

Taksici bizi Zehra Hanım'ın evinin olduğu sokağa götürdü ama sokağın sol tarafı yerine, caddenin sağ tarafındaki bölümüne gitmiş. Sordu, soruşturdu, bizi tam da Zehra Hanım'ın apartmanının önüne getirdi. Zili çaldı. Kapıcıyla konuştu ve bizi doğru adrese bıraktığından emin olduktan sonra ücretini aldı ve gitti.

Not: İran'da taksicilerin, abi ben karşının taksisiyim gibi bahaneleri yok. Hemen her taksici adresi ya da gideceğiniz yerin, otelin ismini verdiğinizde, hiç duraksamadan gidiyor ve eliyle koymuş gibi adresi buluyor. Navigasyon kullanan taksici de görmedim hani. Tahran bu yani. 16 milyon nüfus. Koca şehir.

Eveeettt. Tahran'da ikinci günümüz ve ikinci akşam yemeği davetindeyiz. Zehra Hanım ile Behnam Bey bizi kapıda karşıladı.

Zehra Hanım, salata ve bir kaç çeşit yiyecek hazırlamış. Ana yemek olarak size dışarıdan pizza söyleyeceğim. Çünkü İran'daki pizzalar gerçekten çok güzel, tadına bakmanızı istiyorum dedi. Telefonla sipariş verilen pizzalar geldi.

İtalya'da da pizza yedim ama hiç de ummadığım bir ülkede, İran'da yediğim pizzayı gerçekten daha çok sevdim.

Not: İran'da uluslararası fast food markaları yok ama mesela Domino Pizza var. Dikkat! Domino's değil.


Behnam Bey inşaat mühendisi. kardeşleri ve yeğeni de öyle. Hep beraber aynı ofiste çeşitli altyapı inşaatlarının projelerini üretiyorlar.


Zehra Hanım-Behnam Bey ile soframız.

İran, politika, inşaat sektörü, İran'daki Türklerin durumu, Farsça'nın zorunlu dil olmasından kaynaklanan sorunlar, ana dilde eğitim yasağının, Türk çocuklarında yarattığı sıkıntılar gibi konularda sdhbet ettik. Ömer Hayyam'dan, Hz. Mevlana'dan Fuzuli'den söz ettik. İranlı Azerilerin ünlü şairi Şehriyari ve onun en ünlü şiiri Haydar Baba'ya Selam şiirini konuştuk ve Behnam Bey, tableti getirip bu şiiri Şehriyari'nin sesinden dinletti. 

Haydar Baba bir insan değil, şairin yaşadığı yerdeki bir dağın adıdır. Şiir o dağa yazılmıştır.
"Heyder baba dünya yalan dünyadır
Süleyman'dan Nuh'tan kalan dünyadır
Oğul verip derde salan dünyadır" 
diye devam eden bu güzel şiiri 
BURAYA tıklayarak, şairin kendi sesinden dinleyebilirsiniz.

Sohbet güzel, yemek güzel, geceyi daha da güzelleştiren ne olabilir. Elbette şarap. 

Behnam Bey doldurdu, hep baraber içtik. Kadehler boşaldığında Behnam Bey "Süzem mi" diye sordu, kendisini kıramadık tabii.
Not: Süzem mi, yani kadehini doldurayım mı?

Gecenin sonunda tiryaktan söz ettik. Tiryak, marijuana ya da esrar gibi kafa yapıcı bir ot. Tiryakı duymuş ve merak etmiştim. Behnam Bey'e sordum. O da bildiği kadar anlattı.

Bazı kaynaklardan okuduğuma göre, İslamiyet'te tiryak yasak değilmiş. Türkiye'de bile bazı annelerin bebeklerinin uzun süre uyuması için tiryak verdikleri oluyormuş. Keyif veren ve sanırım bağımlılık yapan bir ot. Bizde sigara tiryakiliği, çay tiryakiliği gibi sözcüklerle kullanılan tiryaki sözcüğünün kökeninin de tiryak olduğu apaçık ortada değil mi?


Tahran'ın damından Tahran manzarası. 

Gecenin ilerleyen saatinde evden çıktık. Behnam Bey'in otomobiliyle, Tahran'ın damı, Tahran'ın terası olarak adlandırılan Parke Parvaz'a gittik. Gece ışıklarında Tahran'ı seyrettik. Dondurma yedik. Gecenin sonunda da Behnam Bey ile Zehra Hanım bizi otelimize bıraktılar.
Dolu dolu, güzel, yeni dostlukların kazanıldığı harika bir gün daha sona erdi.

Yarın otobüsle İsfahan yolcusuyuz.

İsfahan'da buluşmak üzere hoşçakalın!

Hiç yorum yok: