Bu Blogda Ara

10 Ağustos 2013 Cumartesi

KARAVANLA 40 GÜNDE AVRUPA TURU (3)

MARDİNLİ KASAP MAHMUT


Plovdiv'de sabah güne hafif yağmurla başlamıştık. Öğleye doğru hava açtı. Sabah kahvaltısında ise Taraklı'da Hilmi Atalay ağabeyin Samsun'daki çiftliğinde yetiştirdiği tavukların çift sarılı yumurtalarıyla güzel bir kahvaltı yapmıştık.



Kahvaltıdan sonra, konakladığımız yerin çevresindeki sokaklarda dolaştık biraz. Yavuz Bey, mahallede Nazım Hikmet Kütüphanesi bulunduğundan söz etti. Bulduk. Küçük bir bina. Bir evin salonu kadar genişlikte bir kütüphane. Nazım Hikmet'in sürğün yıllarında Plovdiv'e gelip yaşadığı evin kütüphaneye çevrildiğini düşündük ama öyle değilmiş. Mahalle kütüphanesine Nazım Hikmet'in adını vermişler o kadar.

Plovdiv'de Nazım Hikmet Kütüphanesi

Plovdiv'de Nazım Hikmet Kütüphanesi

İçeri girdik. İki kadın memur örgü örüyor sohbet ediyordu. Kütüphanede de kimse yoktu. Kitap raflarının üzerine, Nazım Hikmet'in bir yağlı boya tablosu asılmış.

Öyle ya da böyle. Komşu ülkenin bir ozanının ismini kütüphaneye vermişler. Şairlere, yazarlara verilen önem ortada. Keşke Türkiye'de de mahalle aralarında küçük küçük kütüphaneler kurulsaydı da, Orhan Veli'nin, Nazım Hikmet'in, Yaşar Kemal'in, Orhan Pamuk'un, Gorki'nin, Neruda'nın, Çehov'un, Tolstoy'un isimleri verilseydi.

Bu arada, Plovdiv'de konakladığımız yerin koordinatını vermeyi unutmuşum. Belki başkaları da aynı yerde kalmak ister.

K42.1517450
D24.7565366

Ne anlatıyordum. Haa... Plovdic'de eski kent merkezini, çarşıyı, parkı gezdikten sonra, Antalya Lisesi'nden arkadaşım Levent Saraçoğlu'nun kardeşi Süleyman Saraçoğlu'na telefon ettim. Plovdiv'e geleceğimizi biliyordu. Kısa sürede buluştuk. Türk yemekleri sunulan bir lokantada birlikte yemek yedik.

Süleyman Saraçoğlu, Plovdiv'in tek Türk avukatı. Aynı zamanda Türkiye'den Plovdiv'e üniversite eğitimi almak isteyen öğrencilere yardımcı oluyor. Yolda selamlaştığı bir kaç gerç de Süleyman Saraçoğlu aracılığıyla Plovdiv'e gelen üniversitelilerdi.

Uzun bir seyahate çıkacaktık. Et stoğumuzu da ucuz olduğu için Bulgaristan'dan temin etmeyi planlamıştık. Süleyman bizi Mardinli Mahmut Usta'nın kasap dükkanına götürdü. Gayet temiz, hem de ucuza kuzu, dana kuşbaşı, pirzola, biftek alıp, birer öğünlük paketler haline getirdi Mahmut Usta. Etler hazırlanırken, biz çevredeki pazarı dolaştık. Eşim Gül, daha önce Türkiye'de görmediğimiz bir saksı çiçeği satın aldı. Çiçek 40 gün boyunca karavanımızda bize eşlik etti. Şimdi Antalya'daki evimizde salonumuzu süslüyor.

Plovdiv'de pazar pahalı değil. Ama et Türkiye'den çok ucuz. Gerçi Almanya'da da ucuz. Her ne hikmetse bir tarım ve hayvancılık ülkesi olduğuna inandırıldığımız Türkiye'de et ve süt ürünleri Avrupa'nın en pahalısı.

İyi ki, yola çıkmadan önce Bursa'da, buzdolabımıza ilaveten, bir küçük buzdolabı daha satın almışım. -30 dereceye kadar soğutabilen (Bu seviyeyi hiç görmedim ama -15-16 dereceleri gördüm) dolaba etleri stokladık.

Alışverişten sonra Süleyman'ın tavsiyesi üzerine Grebna Baza'ya gittik.

K42.1399499
D24.7028682

Grebna Baza, Plovdiv kent merkezine 3-4 km mesafede bir gölet. Etrafı mesire yeri olarak düzenlenmiş. Kafeler, restoranlar var. Gölette su sporları, özellikle kürek yapılıyor.

Grebna Baza

Kürekçiler





Plovdiv'de Grebna Baza Göleti kıyısında.

Grebna Baza Göleti kıyısı

Grebna Baza Göleti'nde köprü üstü.


Göletin karşı kıyısından.

Grebna Baza Göleti. Köprüüüüdennn geçtiiii geliiinnnn.


Önce tenha bir yere park ettik iki karavan yan yana. Orada küçük büfe yapımında çalışan Bulgaristan Türkü, gece kalmamızın sakıncalı olabileceğini, özellikle polisin gelip bizi rahatsız edebileceğini, rüşvet isteyebileceğini söyledi. Başka bir yere geçtik. Bir kaç saat gezdik, dolaştık. Gölet çevresinde bisiklete binenler, yürüyüş, koşu yapanlar, çocuklarıyla gezenler vardı. Akşama doğru, bir gece önce kaldığımız yere dönmeye karar verdik.

Neme lazım, Bulgar polisiyle uğraşmaya değmez. Zaten depolarımıza su da almamız lazım. Öne geçtim, bir gece önce konakladığımız ve koordinatlarını not ettiğimiz yere döndük. Hava kararmıştı. Çevreye depoları doldurabileceğimiz çeşme ararken, evin önündeki banka oturmuş, içki içen iki kişiye çeşme sorduk. Türklermiş. Apartmanın bodrum katındaki evinden hortumla su verebileceğini söyledi. Memnun olduk. Hortumu uzatıp, depoyu fulledik.

Teşekkür amacıyla, karavandaki export rakıyı getirdim. Bir bardak içtim, birazını da ikram ettim. Bulgaristan'dan, Türkiye'den konuştuk. İşsizlikten, ücretlerin düşüklüğünden, pahalılıktan yakındı soydaşımız. Çocuklarından biri İspanya'ya, diğeri Almanya'ya gitmiş. Sosyalist dönemde hiç olmazsa, eğitim, sağlık hizmetlerinin ücretsiz ve kaliteli olduğundan söz etti. O dönemde insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayıp, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti alabiliyorlarmış, İşsizlik de yokmuş,.

Soydaşımız, Türkiye'nin ekonomisinin iyi olduğunu, Türkiye'nin kalkındığını anlattı. Gezi Parkı eylemcileri için "Daha ne istiyorlar da eylem yapıyorlar" diyerek, eylemcileri eleştirdi.

Biz de durumun hiç öyle olmadığını anlattık Yavuz ağabeyle.

Nedense, Türkiye dışarıdan dünyanın en zengin ülkesi gibi görünüyor. Gezi boyunca rastladığımız, sohbet ettiğimiz başkaları da aynı izlenimi paylaştı. Bozuntuya vermedik. Ekonomimiz iyi olmasa da hiç olmazsa imajımız iyi diye sevindik. Türkiye'de işsizlik yüzde 10'ların altına düşmemişken, çalışan kesimin çoğu da açlık sınırının altında ücrete mahkum iken ekonominin dışarıdan bu kadar iyi görünmesine akıl erdiremedik.

Bu durum şu fıkraya benziyor.

Yolcu gemisi fırtınaya yakalanmış, batmış. Kurtulan 2 erkek ile bir kadın küçücük bir kara parçasına çıkmış. Adacığın ortasında yüksekçe bir ağaç. Kurtarılmayı bekliyorlar ancak ne gelen var ne giden.

Bu arada kadın güzel, erkeklerden biri de hovarda mı hovarda. Bizim hovarda kafasına koymuş, kadınla hemhal olacak. Kadın da bunu hissetmiş ve dünden razı. Ama küçücük adacıkta kadınla erkeğin baş başa kalmaları imkansız. Hem diğer erkek ne olacak? Hovarda erkeğin aklına bir fikir gelmiş. 

"Yahu, burada kurtarılmayı bekliyoruz ama ya açıktan geçen gemiler varsa, bizi arıyorlarsa. Onları nasıl göreceğiz. Biz iki erkek, sırayla ağacın tepesine çıkıp, gözcülük yapalım. Uzaktan gemi geçerse el sallarız, bağırırız, bizi bulmalarını sağlarız."

Akıllarına yatmış. İlk nöbet bizim hovardanın. Ağacın tepesine çıkmış ama bir süre sonra yukarıdan bağırıp çağırmaya başlamış.

Hooopp... Ne oluyor aşağıda? Yahu utanmıyor musunuz,  ben burada nöbet tutuyorum, siz aşağıda seks yapıyorsunuz. Utanın utanın...!

Oysa aşağıdaki kadınla erkek uslu uslu oturuyor. Uslu erkek seslenmiş: Ya ne seksi, ne sevişmesi biz yan yana öylesine oturuyoruz. Serap mı görüyorsun, kafayı mı yedin? Ama yukarıdaki hovarda, bir kaç kez daha aynı şekilde bağırmış çağırmış...

Neyse, sıra diğer erkeğe gelmiş. Çıkmış ağacın tepesine, başlamış gözcülüğe. Fırsat bu fırsat, kadınla erkek sevişmeye başlamış. 

Bu kez yukarıdaki nöbetçi bağırmaya başlamış. 

Ayıp kardeşim ayıp... Demin ben uslu uslu otururken beni kadınla sevişmekle suçluyordun ama şimdi sen gerçekten kadınla sevişiyorsun.  Ayıp değil mi bu yaptığın?

Hovarda erkek, bir yandan işine devam ederken, diğer yandan yukarıya seslenmiş:

Ne sevişmesi, ne seksi kardeşim; biz burada uslu uslu oturuyoruz.

Nöbetteki adamın aklı almamış ama şöyle düşünmüş. "Hakikaten ya... Demin ben de uslu uslu otururken, yukarıdaki nöbetçi, bizi sevişirken gördüğünü söylemişti. Demek ki, uslu uslu otursan da yukarıdan böyle görünüyor."

Yani durum özetle böyle: Türkiye'de işsizlik, pahalılık alıp başını gidiyor ama demek ki, dışarıdan böyle görünüyor.

Her neyse... Daha fazla sulandırmayayım.

Sohbetten sonra karavana döndük ve uykuya daldık. Sabah kahvaltıdan sonra Sofya'ya gitmek üzere yola koyulduk.

Ama önce sizi Plovdiv'den fotolarla baş başa bırakayım:

Ağaç kesilmiş ama kökü kanepe olarak görevini sürdürüyor

Satranç masasında pişti.

Plovdiv'de parklar heykellerle donatılmış

Plovdiv

Pazardaki domatesin her biri yarım kilodan ağır.

Plovdiv kent merkezindeki park.










Hiç yorum yok: