Bu Blogda Ara

11 Ağustos 2013 Pazar

KARAVANLA 40 GÜNDE AVRUPA TURU (5)

BELGRAD

26 Haziran sabahı erken kalktık. Bir önceki akşam Simit Sarayı'ndan aldığımız poğaçalarla kahvaltımızı yaptıktan sonra,  telsizden hemen yanımızdaki Yavuz Bey'le okeyleşip marşa bastık. Bugünkü hedefimiz Belgrad.

Saat 12.30 civarında Sırbistan sınırını geçtik. Sınırdan çıkmadan son benzin istasyonunda durup, depoları fulledik. Bulgaristan'da mazotun Sırbistan'dan biraz daha ucuz olduğunu biliyorduk. Sınırdan bir kaç yüz metre önceki akaryakıt istasyonundan önce, durakladığımız yol kenarındaki genişçe bir park yerinde, Türk plakalı bir yolcu otobüsünün şoför ya da muavinine sormuştum. O, yakıt alıp öyle çıkmamızı, sınıra az kaldığını söyledi. Otobüs yolcuları Hollanda'ya, bir festivalde gösteri yapmak üzere giden Ankaralı halk oyunları ekibinin üyeleriydi.

Bazıları karavanla seyahate çıkabildiğimiz için bize imrendiklerini, kendilerinin de böyle bir hayalleri olduğundan söz etti.

Srbistan'da bizi hafif yağmur karşıladı. Dimitrograd civarında yağmura yakalandık. Ama öyle çok fazla değil. Yolda, Yavuz Bey'in aracının sinyal lambasının patlak olduğunu fark ettik. Yol kenarındaki bir tamirciye girdik ama kapalıydı. Kapıyaçıkan yaşlı kadın, oto elektrikçisini tarif etti. Tam da tarif ettiği noktada oto elektrikçisini bulduk. Bu yolda hiç bir şey sorun değil. Sırbistan yolunda seyreden araçların büyük çoğunluğu Türk plakalı tırlar. Durduğumuz oto elektrikçisinde de bir TIR vardı. TIR şoförü, kendisinin az bir işi kaldığını, tamircinin işini çok iyi bilen birisi olduğunu, birazcık beklememizi söyledi.

TIR şoförüyle sohbet ettik. Gece, alkollü iki gencin kullandığı otomobil TIR'ın altına girmiş. İki genç de ağır yaralıymış.

Şoför çok üzgündü. Almanya'ya kiraz götürüyormuş. Dorsedeki kiraz bozulmasın diye, aynı şirketin Almanya'dan dönen başka bir TIR'ı, kiraz yüklü dorseyi kendi çekicisine takmış. Elektrik tesisatı monte ediliyordu. Almanya'dan boş dönen tır, boş dorseyi bırakıp, kiraz dolu dorseyle yeniden Almanya'ya dönecekti.

Neyse, onların işi hallolduktan sonra Yavuz Bey'in işi de bitti. Tamirci sanırım 5 Euro almış. Yavuz Bey hem yapılan işten, hem de alınan ücretten memnun kalmıştı.

Yavuz Bey'in işi bitmeden biz yola koyulmuş, az ilerideki (Veliko Selo'yu geçtikten sonra, Pirot'a varmadan)Türkiyem Restaurant&Motel Park'a gitmiştik. Onlar gelinceye kadar Gül ile ben kuzu çorbası içtik, Ahmet köfte yedi. Kuzu çorbası, bizim kelle-paça gibi. Ama kuzu etiyle pişiyor. Sirke sarımsak yok. Ben çok beğendim. Çay da ikram ettiler. Toplam 10,5 Euro ödedikb Restaurantın şoförleri Türk TIR şoförleriyle, Almanya'dan tatile gelen Türklerdi. Burada ücretsiz Wİ-Fİ de vardı. Türkiyem Restaurant'ta kahvaltı, çorba, sulu yemek, ızgara etler falan var. Müşterilerinin yüzde 90'ından fazlası Türk. Otelin yanı sıra, duş falan da var. Hani ihtiyaç olursa buraya uğrarsınız diye yazıyorum.

Türkiyem Restorant'ın koordinatı şöyle:

K43.1315216
D22.6069733

Restoranın sahibi İzmir Eşrefpaşalı Osman Gezen. Önceden Bulgaristan'da olan lokantasını Sırbistan'a taşımış. İşinden memnundu. Belki ihtiyaç duyulur: GSM: +381 669 40 44 35 Tel: +381 10 320 943

Bu arada yağmur hızlandı. Yavuz Bey de aynı yere gelmiş, telsizden haber verdi. Onlar da karavan da bir şeyler yediklerini söyledi. Yemek, tuvalet işi bitince yola devam ettik ve Niş'e ulaştık.

Telsizden haberleşerek, Niş'e girih, karavanlardan inmeden, şehirde bir tur atıp, yola devam etme konusunda anlaştık. Öyle de yaptık. Kısa süren turun ardından Belgrad'a gitmek üzere yola devam. Ancak bu kez otoyola girdik.

Bir süre gittikten sonra, Hürriyet Gazetesi Tesisleri tabelasını gördük. Son anda döneceğimiz yolu kaçırdık. Derken bu kez Sabah Gazetesi Tesisleri karşımıza çıktı. Telsizden haberleşip, tesislere girmek üzere otoyoldan çıktık. Gişede 7,5 Euro ödedik.

Sabah Gazetesi tesislerinde, dinlendik. Bu sırada Sabah Gazetesi'nin Almanya Kiel kenti muhabiri Hasan Atmaca, selam verdi. Hoşgeldiniz dedikten sonra, röportaj yapmak istediğini söyledi. Yurda izne giden gurbetçilerle röportajlar yapıp, haberini Sabah Gazetesi'nin Almanya baskısında yayınlıyordu.

Gurbetçi olmadığımızı, Türkiye'de yaşadığımızı karavanlarla Avrupa turuna çıktığımızı söyledik. Bu durum ona daha ilginç geldi. Oturduk. Bize demleme çay ısmarladı. O sırada tanıştık. Emekli gazeteci olduğumu söyledim. Ortak tanıdıklardan söz ettik. Bu arada grup adına ben Hasan Atmaca'ya gezimizin amacıyla ilgili bilgi verdim. Hem masada, hem de karavanın önünde fotoğraflarımızı çekti. Haber kısaca yayınlanmış. Sonradan internette ararken gördüm. http://www.sabah.de/yolculuk-12-bin-kilometre.html

Bazen, haberciler de haber olur.
Haaa.... Bu arada, biz Sabah Gazetesi Tesisleri'nde iken Ahmet Yiğit karavanda uyumaya devam etti.

Bu arada, aynı tesislerde Alman bir karavancıyla tanıştık. Az çok Türkçe biliyordu. Yalnız seyahat ediyordu. O da İstanbul'a gittiğini söyledi. Yavuz Bey ile Alman karavancının fotoğraflarını çektim.

Biz Avrupa'ya, Alman karavancı Türkiye'ye

Bir anekdot daha. Anlatmasam olmaz. Sabah Gazetesi muhabiri Hasan Atmaca anlattı. Ben de ondan aktarıyorum.

Birinci kuşak gurbetçilerden biri, karayoluyla Türkiye'ye izine gelecektir. Ne dil, ne de yol-iz, ne de navigasyonu kullanmayı bilmektedir. Oğluna, otomobildeki navigasyona memleketin adresini girmesini ister.

Oğlum navigasyonu ayarla, ben navigasyona göre yolu bulur giderim. Oğlu bir iki bahaneyle atlatır. Navigasyonu sonra ayarlayacağını söyler.

Her neyse, yaşlı karı-koca navigasyona memleketin adresinin girildiğini sanır. Oysa, her nasılsa navigasyona önceden İtalya'nın Venedik şehri girilmiştir. Navigasyonun talimatlarıyla otomobili kullanan gurbetçi amcamız, bilmem kaç saat sonra girdiği bir şehirde otomobilinden iner. Akaryakıt istasyonundaki görevliye zar zor derdini anlatır. Çünkü geldiği yol daha önce memlekete gittiği yola pek benzememektedir. Bu arada, Türkçe bilen biri lafa karışır ve müjdeyi verir.

Amca siz Türkiye'ye değil. İtalya'ya geldiniz. Burası da Venedik. 

Büyük şok.... Her neyse, madem öyle, fırsatı değerlendirelim deyip, Venedik'i gördükten, gezdikten sonra, başkalarının yardımıyla navigasyonu sılaya ayarlayıp, yola düşerler. Almanya'ya döndüklerinde ise oğluyla aralarında geçenleri anlatmama gerek yok sanırım.

Sabah Gazetesi Tesisleri'ndeki molanın ardından yine otoyola çıktık. Belgrad'a girdiğimizde toplam 20 Euro otoyol ücreti ödemiştik. Yavuz Bey, bundan böyle otoyola girmeyelim, otoyol dışındaki yollardan gidelim, hem otoyolda hiç bir şey göremiyoruz dedi. Ben de onayladım.

Belgrad'a girdiğimizde Yavuz Bey öne geçti. Geceleme için uygun bir park alanı aradı ama trafik feci yoğun ve kent merkezinde park edecek doğru dürüst bir yer yok. Bu arada telsizden sürekli haberleşiyoruz. Şehir dışına çıkıp, uygun bir benzin istasyonunda kalalım dedik. Bir süre daha gittikten sonra kentin kenar mahallesinde çok güzel bir park alanı keşfettik.

Meğer burası Belgrad'taki elçiliklerin, konsoloslukların bulunduğu, nezih bir semtmiş. Akşam da olmuştu. Yemek faslından sonra uykuya çekildik. Kenti ertesi gün gezecektik.

Belgrad'taki konaklama yerimiz.

Sessiz, sakin...

Burası da konakladığımız yerin yakınındaki tenis kortunun tabelası.


Konakladığımız ağaçlar altındaki yerin önünden geçen caddenin tabelasına baktım. Banjicki Venac Ulica yazıyordu. Koordinatı şöyle:

K44.8021350
D20.4712616

Sabah kahvaltıdan sonra, Yavuz Bey ile Havva Hanım'la istişare edip, belediye otobüsüyle kenti gezmeye karar verdik. Kent merkezi navigasyona göre 4,5 kilometre mesafede.

Yürümeye başladık. Meğer biz Partizan Stadı'nın hemen yakınına park etmişiz. Aradaki mesafe bir kaç yüz metre. Bir kavşağa geldik. Otobüs ya da tramvay bileti nasıl alabileceğimizi sorduk. Bir iki olumsuz yanıt alınca, köşede bekleyen taksilere sorduk. 5 kişiyi aynı araca alamayacaklarını söylediler. 2 taksiye binmemizi önerdiler. Bu arada zaten epey yol almıştık. Yürümeye devam edelim istedik, öyle de yaptık.


Kilisenin içerisinde restorasyon devam ediyor.

Kilisenin çıkışında Türkçe konuşan gençlerle karşılaştık.


Önce, kentin en büyük kilisesi, ardından hükümet binaları ve eski sarayları bulduk. Büyük İskender'in de seferdeyken konakladığı, The New Court'un fotoğrafını çekecekken, nöbetçi polis koşup, geldi; binanın fotoğrafını çekmenin yasak olduğunu söyledi ve çektiğim fotoğrafı silmemi istedi. Zaten daha çekmemiştik. İlginç; binanın arkasında nöbetçi yok, istediğin kadar fotoğraf çek. Ya da binanın karşısındaki parktan ön cephenin fotoğrafını çekebilirsin. Oraya karışacak hali de yok ya... Bu yasakların mantığını anlamak güç.

Gezdiğimiz bir parkta ise asırlık ağaçlar vardı. Her ağacın altında da Sırpça ve Latince isimleriyle, ağaç hakkında bilgi içeren metal levhalar vardı. Havva Hanım, daha çok Çinko Ağacı ile ilgilendi. Bir kaç yaprak kopardı ama Yavuz Bey, ağaç yapraklarını koparmaması için eşini uyardı.



Çinko Biloba ağacı.


Bir çeşit ıhlamur.



Avrupa'da ıhlamur ağacına hemen her yerde rastladıkç Ama bizim gibi çay olarak içildiğine tanık olmadık.

ANJA, SANJA, TANJA...

TRT'nin düzenlediği Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni bilirsiniz. TRT bu şenliği bir kaç kez de Antalya'da düzenledi. Çeşitli ülkelerden gelen çocuklar Türk çocukların evlerinde konuk edildi. Kızımız Gülden Deniz, 7. sınıfta iken bu şenlikler dolayısıyla gelen çocuklardan bir kızı da biz konuk etmiştik. Sırbistan'dan gelen Sanja Lazin.

Sanja ile Gülden Deniz, Antalya'da güzel vakit geçirmiş, birlikte çeşitli etkinliklere katılmışlardı. Sempatik tavırlarıyla Sanja sevdirmişti kendini. Sanja, 3 kardeş olduklarını söylemiş. Üçü de kız olan kardeşlerin isimlerini büyükten küçüğe, Anja, Sanja, Tanja diye hızlıca söyleyivermişti. Tekerleme gibi...

Telefon rehberime baktım Sanja değil ama ablası Anja'nın telefonu kayıtlıydı. Ahmet Yiğit Anja'yı aradı. Anja bizim telefonumuzu alıp, Sanja'ya kendisini Türkiye'den gelen bir ailenin aradığını aktarmış.

Bir süre sonra Sanja aradı. Çalıştığını, mesai saati çıkışında, buluşmak istediğini söyledi. Randevulaştık. Bu arada biz Kale Meydan'a gittik. Kale Meydan'ın surlarından Belgrad'ın ortasında buluşan Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği noktayı seyrettik. Dönüşte, kentin trafiğe kapalı, çafe ve barların, hediyelik eşya ve lüks mağazaların bulunduğu caddeden geçerek, kent meydanına geldik ve bir cafeye oturduk.

Belgrad'ta dolaşırken bir mağaza ismi dikkatimi çekiyor. 2013 Haziran ayındayız ve en popüler sözcüklerden biri TOMA. Taksim Gezi Parkı direnişçilerine karşı polisin kullandığı müdahale aracı. Hemen önüne geçip, fotoğraf çektiriyorum.

Meydanlar çiçeklerle bezeli.

Kent merkezinde tur.



Kalemegdan'ın girişi.

Kalemeydan'ın önemli aksesuarlarından biri de demode olmuş top ve tanklardan oluşan açıkhava savaş müzesi.







İşte ilginç bir anekdot daha: Kalemeydan'ın içerisinde bulunduğu parkta yürürken, bankta oturan genç kızlar, Türkçe konuştuğumuzu fark ederek, selam verdiler. Türkiye'den gelen turistler olduklarını tahmin ederek, hangi şehirden geldiklerini sorduk. Sırp olduklarını, Belgrad'ta yaşadıklarını söylediler. Türkçe'yi nereden öğrendiklerini merak ettik elbette. Bir çok ülkede olduğu gibi Sırbistan'da da Türk dizileri çok modaymış. Fatmagül'ün Suçu Ne? ve Muhteşem Yüzyıl dizilerini seyrettiklerini, Türkçe'yi de bu dizilerden öğrendiklerini anlattılar. Hoşumuza gitmedi değil hani. Ayak üstü sohbet edip, yolumuza devam ettik.

İşte Kale'nin burçlarından Belgrad. Sava ve Tuna nehirleri.



Kalemeydan'da Osmanlı'nın izleri hala taptaze...

Osmanlı döneminde yapılan kale surları.



Tahta perdeye balta atmaca



BU ADAM NE YAPIYOR? Film karelerinden fırlamış gibi olan bu adam, Kalemeydan'da ilginç bir spor yapıyordu. Ya da oyun oynuyordu diyelim. Elinde kısa saplı baltalar. 20 metre kadar karşısında tahta bir pano. Elindeki baltaları tahta panoya fırlatıp, baltayı tahta perdeye çakmaya çalışıyor. Uzaktan izledik, her iki atışından birinde başarılı oldu. İlgimizi çektik yanına yaklaşıp, izlemeye devam ettik. Kaç kez attıysa, balta tahtaya çarpıp, düştü. Başarılı olamadı. O da baltalarını toplayıp, çekip gitti.

Bu arada söylemeliyim ki, Belgrad, Türkiye'ye göre epey ucuz. Bunu pizza yediğimiz, bira içtiğimiz restoran ve oturduğum cafedeki fiyatlardan anlıyoruz.

Cafe'de bir süre bekledik. Bir şeyler yiyip, içtik. Sanja, tam dasöylediği saatte geldi. Cafe'nin açık alanında oturuyorduk. Sanja masalara dikkatlice bakıp, bizi tanımaya-bulmaya çalışırken elimi kaldırdım. 10 yıldan fazla zaman geçmişti ama Sanja değişmemişti. O küçük kız, büyümüş, genç kız olmuş, üniversiteyi de bitirmiş, mimar olarak çalışmaya başlamış. Sanja gülerek ve sempatik tavırlarla geldi. kucaklaştık.


Sanza Lazin. Hiç değişmemiş. Hala güleryüzlü ve sempartik.

Bir zamanlar Antalya'daki evimizde konuk ettiğimiz Sanja artık genç bir mimar.
Arka masamızda da Sanja'nın erkek arkadaşı oturmuş, bekliyormuş. O da geldi. Özlem giderdik. Ahmet'in tercümanlığıyla, aradan geçen yıllardan söz ettik. Sanja Gülden Deniz'i sordu. Bu arada, Ahmet Yiğit ile Sanja'nın erkek arkadaşı hararetli bir sohbete daldılar. Kültürden, sanattan, şehirden ve politikadan söz ettiler.
Ahmet Yiğit, Sırp gençle koyu sohbette.

Sohbetin sonunda Sanja ile erkek arkadaşı, bize otobüs durağına kadar eşlik ettiler. Karavanları bıraktığımız yer, kent merkezine 4,5 kilometre mesafede. Gelirken yürümüştük ama giderken otobüse binelim istedik. Otobüs kartımız, biletimiz de yot. Sanja, bilet almadan binmemizi,. kontrol olduğunda ise, "Ne dediğinizi anlamıyorum Bilmiyorum" deyin. "Siz turistsiniz,  kimse sizinle uğraşmaz" diyerek, yol gösterdi.

Büyük kilisenin önündeki durakta inip, aktarma yapacaktık. Ancak acele etmişiz, bir durak önce inmişiz. Hadi biraz yürüyelim, hadi biraz daha yürüyelim derken, 1 saatten fazla yürüyüp, karavanlarımıza ulaştık. Yorulmuştu. Zaten bu seyahat boyunca, çoğu kentleri yürüyerek gezdik. Kimi gün 10 bin, kimi gün 30 bin adım yürüdüğümüz oldu. (Cep telefonumun adım sayarı, her adımımızı sayıyor.)

Yorgunluğun ardından karavanlarımıza çekilip, uyuduk.

Hiç yorum yok: