Bu Blogda Ara

11 Mayıs 2016 Çarşamba

YANIBAŞIMIZDAKİ UZAK KOMŞUMUZ: İRAN (ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)


24 Nisan 2016 Pazar: ISFAHAN

Bugün Pazar. İran'da pazar günleri tatil değil. Daha önce sözünü etmiştim. Hafta tatili perşembeleri yarım, cumaları tam gün.

Bugün İsfahan'da yaşayan 4-5 bin Ermeni'nin büyük bölümünün oturduğu Julfa semtine ve o semtteki Vank Kilisesi'ne (Vank Katedrali) gideceğiz.

Taksiye bindik (15 bin Tümen) Zayendeh Nehri'nin karşı tarafına geçtik ve bir ara sokak başına geldiğimizde taksici "geldik" dedi ve bizi indirdi.






Taksiden indiğimiz köşedeki yüksek duvarlı binanın kapısına yöneldik, güvenlik görevlisi ya da kapı görevlisi nereye gittiğimiz sonru. Vank Kilisesi deyince, burası fakülte dedi. Baktık. Hakikaten kapıdaki tabelada da yazıyor. Burası Mimarlık Fakültesi imiş. Kapıdan avluya kafamı uzatıp., bir kare fotoğraf çektikten sonra, ara sokağa yöneldik. Hemen ileride de Turizm Fakültesi vardı. Ama fakülteler ara sokaklarda, sanki ilkokul binası büyüklüğündeydi.

100-150 metre kadar yürüyünce kiliseyi bulduk.

Ama o da ne? Kilise'nin önünde bir kalabalık. Çoğunluğu da ortaokul, lise öğrencisi çağındaki gençler. Kapıya yöneldik. Normalde bir kişi 15 bin Tümen ödeyerek içeri girmemiz gereken kilisenin kapısı açık ve onlarca kişi girip çıkıp duruyor. Biz de girdik. Kilisenin avlusu epey kalabalık.

Jeton düştü. Bugün pazar ve Hristiyanların ayin günü. Kalabalık ondan olmalı.

Bir kaç adım daha attık. Daaaannnkkkkk... Meğer jetonumuz düşmemiş. Ama şimdi düşüyor.




Tam karşı duvarda bu afiş asılı. Bugün 24 Nisan ve Ermenilerin iddialarına göre, bugün "Ermeni Soykırım Günü." Biz tam da anma gününe denk gelmişiz. Önemsemedim. Kalabalığın arasına daldım. Etrafımızda genç-yaşlı kadın-erkek ve çocuklardan oluşan 400-500 kadar Ermeni. Hepsi de, 1915 olaylarında hayatını kaybeden ırkdaşlarını, atalarını anmaya gelmiş.



Kilisenin iç mekanları bugüne özel kapalı. Avluda kalabalığın arasında dolanıp fotoğraf çekerken, Hristiyan din adamlarını da gördüm. Bir süre sonra, kalabalık. şöyle bir toparlandı, din adamları öne geçti. Ben ölenleri anmak için ayin yapılmasını beklerken, davudi sesli biri aldı eline mikrofonu slogan atmaya başladı. Arkasından da kilise avlusunda toplananların bir bölümü, atılan o sloganı sağ elleri havada 3 kez tekrarlıyor. (Avluda 500 kişi varsa, yarısı sloganı tekrarlıyor, diğer yarısı ya kendi aralarında sohbet ediyor ya da oradan oraya gezinip duruyor.)



Ön sırada saf tutan papazlar sloganlara iştirak etmiyor sessizce tören mi, miting mi desem her neyse bu etkinliği takip ediyor. Papazların önünde de 3 gazeteci fotoğraf çekiyor. Onların arasına karıştım, ben de fotoğraf çekmeye başladım.

Kalabalıktaki İran vatandaşı Ermenilerin yakalarında 1915 olaylarının 101'inci yıldönümüne ilişkin metal bir rozet takılı. Bu arada Gül'den ayrı düştüm ama arada onun yanına gidiyorum.

Gül hayli tedirgin. Tedirgin olmaması gerektiğini, eğer bir soran olursa Bulgar turist olduğumuzu söylemesini istedim ama bu da onu rahatlatmadı.

Ben ortalıkta dolanıp sürekli fotoğraf ve görüntü çektim. Sen kimsin diyen, karışan olmadı.

Sloganlar arasında anlayabildiğimiz kelimeler şöyle: Türkiye, faşist, adalet, intikam.

Haa bir de, Kars, Van Ardahan.... diye başlayıp kafiyeli bir şekilde devam eden başka bir slogan daha...

İsfahanlı Ermenilerinr, Vank Katedrali'nde, 1915 olaylarında ölenleri anma törenini izlemek için BURAYI tıklayınız.



Wikipedia'da, Ermeni tehciri (Zorunlu göç) ile yer değiştiren Ermeni
topluluklarının göç yolları gösteriliyor.

1915 olayları Ermenilerin iddia ettiği gibi "soykırımmıdır, ABD başkanlarının her yıl 24 Nisan arefesinde yayınladıkları bildirilerde, hem Türkiye'yi çok üzmemek hem Ermenileri teselli etmek için araya sıkıştırdıkları Medz Yeğern (büyük felaket) midir bilemiyorum. Ben bu konuda ne peşinen "Hayır soykırım olmamıştır",  ne de "Evet Osmanlı Ermenilere soykırım uygulamıştır" diyenlerdenim. Ama 1915 olaylarının, her yıl ısıtılıp ısıtılıp, Türkiye Cumhuriyeti'nin karşısına çıkartılmasını da anlayamıyorum. Varsa bir mesele, Türk, Ermeni ve başka milletlerden bilim insanları bir araya gelsin, Osmanlı, Rusya, Ermenistan, ABD, hangi ülkelerde varsa devlet arşivleri açılsın, neyse yazılsın çizilsin ama artık bu konu siyasi bir mesele olmaktan çok tarih biliminin meselesi haline gelsin.


Evet, Osmanlı, 1. Dünya Savaşı'nda ayaklanan Ermenileri göçe zorlamış. İşte o göç
hareketinden bir fotoğraf.




Ama Ermeni meselesini konuşurkan, 1975-1985 arasında Ermeni Terör Örgütü
ASALA'nın TC'nin çeşitli ülkelerindeki diplomatlarına yönelik suikastlerini, bombalı
eylemlerini, terör eylemlerini unutmayalım.


ASALA militanları Ankara'da Esenboğa Havaalanı'nı da kana bulamışlardı.


Miting yapılan avluda, kalabalığın karşısındaki bir platforma yerleştirilen bu
öğrenciler de sloganlara katıldılar.




Anma günü dolayısıyla kilise avlusundaki duvarlara okul çocuklarının hazırladığı
resim ve yazılar asılmış.


Bir başka duvarda da "Armaneian Genocide Chronology" yazılı pano yer aldı.



İntikam ve kin içeren sloganların atıldığı gösteri bir yana, çocuklar ise barışı
temsil eden güvercinleri konu almışlar sergilerinde.



Bu fotoğrafta, öndeki 2-3 yaşlarındaki küçük çocuğa bakın. Ne olduğunu bilmese,
anlamasa da daha şimdiden, kin nefret ve intikam duygularıyla büyütülüyor.

Bunu gören eşimin yorumu, "Ne çok düşmanımız varmış? Gidelim. Yüreğim daralıyor" oldu.



Vank Katedrali'nden çıktık. Kapının hemen karşısındaki heykeli gördük. Heykel, İran'da 1636 yılında kurulan ilk matbaanın yapımcısı Khachatur Kseratsi'ye ait.

Osmanlı'da ilk matbaanın İbrahim Müteferrika tarafından 1727 yılında kurulduğunu dikkate alırsanız, demek ki, Osmanlı 90 yıl kadar İran'ın gerisinden gelmiş matbaa konusunda.


Vank Katedrali'nden ayrılmadan bir de benim fotoğrafım olmasın mı?


Ermeni Vank Katedrali'nin dışarıdan görünümü


Bu da 1915'in 101'inci yılı dolayısıyla duvara asılan bir afiş.



Vank Katedrali'nden çıkıp sağa döndük, dar sokaklarda yürümeye başladık. Katedral avlusundaki hoş olmayan ortamdan yüzünden canı sıkılan Gül'e gösteriyi unutturmak için, "Aaaa güzel bir cip. Geç önüne fotoğrafını çekeyim" diyorum.




Biraz dolandık, tekrar kilisenin önüne geldik, 30-40 dakika kadar süren gösteri sona ermiş, herkes dağılmıştı. yola devam ettik.

Bir butiğin önündeki mankenlere giydirilen pantolonlara dikkatinizi çekerim. Genç kızlar bu daracık, strech pantolonları giyiyor ama, kalçaları görünmesin diye uzun bir tunik ya da pardösü giyerek, hicap kurallarını yerine getiriyorlar.



Isfahan'daki Ermeni mahallesi Jolfa'nın sokak tabelası.

Jolfa mahallesinde bir güneş saati.



200 metre kadar yürüdük ve yönümüzü Zayendeh Nehri'ne çevirdik. Köşedeki bir parkın önünde dev bir heykel. Çamurdan çömlek yapan usta heykeli. İran'da heykel sanatına önem veriliyor olmalı. Parklarda, meydanlarda çok sayıda güzel heykel gördük




Heykelin hemen arkasından girdiğimiz park. Türkiye'deki gibi spor yapabilecek aletler konulmuş. Parka girerken okuldan çıkan 3-5 genç, "Hello", "Where are you from?" diye seslendi. Yabancılara ilgi çok.

Bu parkta biraz dinlendik. Ben boş bir kanepeye geçip birazcık yattım, Karşımızdaki kanepede de genç sevgililer elele oturuyordu. Bir süre sonra kalktılar.

İran'a gittiğimiz ilk gün, Gül'ün elini tutmakta tereddüt etmiştim. Acaba elele tutuşmamıza karışırlar mıydı?

Hayır, karışan olmadı.

Bundan cesaretlenip yürürken karımın omzuna elimi attım. Yine karışan yok. Sarıldım. Yine karışan yok. Az da olsa elele yürüyen İranlıları gördüm ama sarılarak yürüyen hiç kimseyi görmedim. Yollarda da parklarda da...


Zayendeh Irmağı'nın üzerindeki, ismini öğrenemediğim köprünün üzeriden,
ırmak kenarındaki parkta çektiğim metal bir heykel.



Isfahan caddelerini sevdim. Birbirini dik kesen ana caddeler ve aralarda küçük sokaklar. Hem de
olabildiğince yeşil. Tahran'daki kadar yoğun trafik ve hava kirliliği de yok. Yani daha az...




Yürümeye devam... Ara sokağın birinde bu kubbeyi gördüm. Küçük bir cami ya da mescit. Tadilattaydı. Avlusuna girip, göz gezdirdim. Minaresi de yok. Zaten her caminin minaresi yok İran'da.

Bu arada bir not: İran'da günde 5 değil, 3 vakit ezan okunuyor. İkindi ve yatsı ezanları okunmuyor. Bu vakitlerdeki namazlar da diğerleriyle birleştirilerek kılınıyormuş. İranda ezan okunan camilerin hoporlörlerinden cızırtılı, yüksek, rahatsız edici sesler çıkmıyor. 

Cuma namazları da her kentte yalnızca bir camide kılınıyor. Kentin merkezinde, büyük, gösterişli, tarihi bir cami Cuma Camisi olarak belirlenmiş. Cami ve dışında toplanan binlerce kişi Cuma namazını birliktte kılıyor.

Cuma namazları aynı zamanda rejimin haftalık propaganda vakti. Vaazlarda rejimin istediği bilgiler veriliyor, propaganda yapılıyor.

Yürümeye devam. Yolda, ara sokakta küçük bir baharatçı dükkanı gördüm. Turistik çarşılardakinden ucuz olacağı düşüncesiyle, İran'ın ünlü safranından satın almak için içeri girdik. Küçük paketlerde, her biri 4,635 gramlık (5 gram bile değil) safrandandan iki paket aldık. Bir paket safran 32.000 Tümen. Yani 26 TL: Düşünün artık. Safran'ın kilosu 60 bin TL falan.

Bu arada, Abbasi Hotel karşısındaki İran Travel'e gidip, Şiraz otobüs biletlerimizi alalım dedik. Çünkü, sabah otelden çıkış işlemimizi yapıp, valizleri otelin emanet odasına koymuştuk. 00.15 otobüsüne binip, geceyi otobüste uyuyarak geçirecek, sabah erkenden Şiraz'da olacaktık.

İran Travel'e doğru giderken bir büfe (İran'da tekke dediklerini yazmıştım hani) önündeki adam selam verdi. Kısaca sohbet ettik. Kaşgayi Türkü imiş. İran'daki Kaşgayi Türkleri, bizim anlayabileceğimiz Türkçe'yi konuşamıyor. Ama bu arkadaş kamyonculuk yapıyor ve sık sık Türkiye'ye yük getirip götürüyormuş. Bu nedenle anlaşabildik.

Yola devam edip, İran Travel'i bulduk. Gece 00.15 seferi için Royal Safar şirketinin V.I.P. otobüsüne 2 bilet aldık. İsfahan-Şiraz otobandan 480 kilometre. 7 saatlik yolculuk için kişi başına 30 bin Tümen (24 TL) ödedik. Gece Kavel Terminali'ne gidip otobüse bineceğiz. Hareket saatinden 15 dakika önce terminalde olmamız istendi.

Bilet işini de hallettik. Bu arada yanımdaki Riyaller azalmıştı. Dolar bozabileceklerini söylediler. Ne kadar dedim 1 Dolar 32 bin Tümen dediler. Uzattığım Dolar'ı geri aldım, vazgeçtim dedim. Parayı cebime koymadan kadın görevli seslendi.

Sorry... Sorry...

Hesap makinesine 34.200 yazdı gösterdi. İran'a gellmeden Antalya'dan 35.000'e bozdurmuştum. O kadarcık fark olur. 100 Doları verdim, bir tomar Riyal aldım.  Artık yavaş yavaş İran parasını çözmeye başladım. Mesela taksiye bindim ve 15 bin Tümen'e mi anlaştım. 1 adet 100.000, bir adet 50.000 Riyal uzatıyorum ediyor 15 bin Tümen.

Vakit epey oldu ve ben sabahtan bu yana çay içmemiştim. İmam Humeyni, eski adıyla Nakş-ı Cihan Meydanı'na da yakındık. Gül'e tekrar o meydana gidip, yanındaki çarşının iç avlusundaki çay ocağında çay içmeyi teklif ettim. Çayı pek sevmese de beni kırmadı.




Çayhaneye gittik, bir demlik çay söyledik. İki Alman, bir de İranlı 3 genç kız da çay içiyorlardı. Alman kızlar Couchsurfing sistemini kullanarak İranlı kızın evine "konak" olmuşlar. İranlı kız misafirlerini gezdirip, İngilizcesini ilerletiyordu. Münihli kızlar İstanbul'a da gelmişler.

Alman kızlardan biri öğrendiği 3-5 kelimeyi sıraladı:

Şerefe... Efendim... Teşekkür ederim...

Ben de bir şey öğreteyim dedim. Şerefe kelimesiyle aynıdır diye ekledim. İçelim, güzelleşelim...
Yeri gelip bir yerlerde kullanırlar mı, daha doğrusu akıllarında kalır mı bilemem :)

3 büyük bardak çay çıkan porselen demlik için 5 bin Tümen (4 TL)
 ödeyip, kalktık.

Bir gün önce bu çarşıdan biri eşime, diğeri kızıma 2 gümüş saat almıştık ama oğlumuz Ahmet Yiğit'e hediye almamıştık. Seyahatlerimizde gittiğimiz ülkelerde pek alışveriş yapmayız. Yaparsak da sadece çocuklarımıza çok küçük hediyeler alırız. Bu kez biraz tuzlu oldu ama oğluma "Baba yadigari" diyerek ömür boyu saklayabileceği bir hediye almak istedim.

Bir gün önce, harika işlemeli tavlalar görmüştük. Arka yüzünde santranç oynama alanı var. Ayrıca satranç figürleri de veriliyordu. Elişi, İran'ın tarihsel figürlerinin işlendiği çok güzel bir şeydi. Fiyatını sorduğumuzda 417 Dolar fiyat çekmişti. Almamıştım ama aklımda kalmıştı.

Aynı mağazaya gidip pazarlık yapacaktım ama giderken başka bir dükkanda aynı boy, farklı desenli tavla gördüm. Fiyatını sordum. Hesap makinesini çıkardı, Riyali Dolar'a çevirdi ve 320 Dolar dedi.  Bir gün önceki dükkan 417 demişti. İranlılar iyi insanlar ama ticarette değil. Pazarlık da olmazsa olmaz. Zaten öğrenmiştik, ne fiyat teklif ederlerse yüzde 30-35 civarında indirim yaptıracaktık.


Aldığımız tavla bu değil, benzeri...
320 Dolar fiyat teklifine karşılık, elime kalemi aldım masanın üzerindeki kağıda 180 yazdım.

Ooooo dedi. Olmaz anlamında başını iki yana salladı.

Bu kez hesap makinesine 250 yazdı, gösterdi.

Bu kez ben başımı iki yana salladım ve 200 yazdım.

Bir kaç saniyelik duraksamadan sonra, hesap makinesinde sözüm ona 200 Dolar'ın kaç Riyal edeceğini hesapladı ve hemen "Okey" dedi.

Tüh dedim. Bu kadar kolay bu rakama düşeceğini bilseydim başında 150 dolar teklif eder, 1 Dolar dahi yukarı çıkmazdım. Neyse, öyle ya da böyle güzel bir hediye aldım. Benzer bir tavlayı Şiraz Havaalanı'nda gördüm, fiyatı 235 Dolar'dı, hem de bizim aldığımızdan biraz daha küçüktü. Ayrıca havaalanındaki mağazada pazarlık yapma imkanı da yoktu. Kendimizi teselli ettik. (Amaaan, kazıklandıysak kazıklandık. İran ekonomisine katkımız olsun.)

Tavlayı, baloncuklu ambalaj malzemesiyle hem de iki kat sardırıp, güzelce paketlettik. Otele gidip, emanetteki valize koyacaktık. Otel yakın ama tavla ağırdı. Taşımak istemedik. Taksiye yanaştık. Otelin adını söyledim, fiyatını sordum. 15 bin Tümen istedi. Hotel very near deyip, 10 bin Tümen teklif ettim. Taksici, one way diyerek, otele gitmek için dolanacağını anlattı. Neyse 12 bin Tümen'e anlaştık.

(Ben bu pazarlık işine iyi alıştım.)





Otele gelip, tavlayı emanet odasındaki valize yerleştirip, çıktık.

Çünkü bir gün önce Khaju köprüsü yanındaki alanda İran'ın en ünlü pop şarkıcısı Muhammed Esfahani'nin konseri oyduğunu öğrenmiştik. Gelmişken İran'ın en ünlü sanatçısının ücretsiz konserini izlemek istedik. Konsere daha vakit var.

Gül'e, daha önce kullandığımız caddeler yerine farklı bir caddeden gitmeyi teklif ettim. Tahminime göre, otelden çıkıp sağa değil, sola dönüp, ileriden sağa dönünce tam da Khaju Köprüsü'ne çıkabilirdik. Tahminim doğru çıktı.




Yürüdüğümüz ilk caddedeki dükkanların neredeyse tamamı, bebek-çocuk giysileri, oyuncak ve bebek arabaları satıyordu. Sağa döndük. Bu cadde çok hoşuma gitti.

Ağaçlı cadde 3'e bölünmüş, geliş-gidiş ve ortadaki geniş bölüm yaya yolu. Hem de çook geniş. Yaya yolunun iki yanına ise geliş ve gidiş olmak üzere iki ayrı bisiklet yolu yapılmış. Ortaya da kanapeler falan konulmuş. Mübarek yol değil, park...



Bisiklet yolunun birini küçük bir çocuk kullanıyor. Güvenle. Yanında anne-babası da yok.




Ortadaki yolu terk edip, sağdaki kaldırıma geçtik. Devlet kurumu olduğunu sandığımız binanın yola cephe parmaklıklarında yan yana çok sayıda tabela asılmıştı. Farsça ve İngilizce, Kuran ayetleri yazılıydı.




Nihayet, Khaju Köprüsü'ne geldik. Köprünün girişinde bir el heykeli.




Köprü, dünkünden daha hareketli. İnsanlar konser saatini bekliyor. Bu sırada yanımıza bir adam yanaştı. Türkçe, selamladı ve sizi bir kaç saat önce İmam Humeyni'de gördüm dedi. İran Türkü olduğunu belirterek, "Siz Azeri diyorsunuz. Biz Türküz" diyerek, Tebriz'e yakın Ardabil (Erdebil) şehrinde yaşadığını söyledi. Telefon numarasını, mail adresini verdi, bizimkini de aldı ve Facebook'tan bizi eklemek istediğini söyledi.

Facebook yasak değil mi, dedik. Yasak bile olsa giriyoruz karşılığını verdi. VPN değiştirerek, her ülkede yasaklı sitelere girilebildiğini biliyordum zaten.

Erdebilli Türk kardeşimizle sohbet ederken, başka Türkler de yanaştı. Boynumuzdaki fotoğraf makinesi zaten herkesin ilgisini çekiyor. Turistlerle hele de onların ana dili olan Türkçe diliyle sohbet etmek onlara ilginç geliyor.

Bizi Erdebil'e davet ettiler. Bir dahaki İran seyahatimizde davete icabet etmek üzere, adreslerini defterimize not edip vedalaştık.

Amacımız, Dr. Muhammed Esfahani konserin iizlemekti. Köprü çevresinde vakit geçirip, konser saatini bekledik. Konserden önce ortalık kalabalıklaşmaya başlayınca, sahnenin karşısına değil de, yan-arka tarafında, nehir kenarındaki alçak duvara oturmayı tercih ettik. Tam önümüzde dev ekran vardı. Sanatçıyı dev ekrandan görebilirdik.



Konser saati geldi. Önce Kur'an okundu. Sonra bir sunucu çıktı, protokolden bir-iki kişiyi sahneye davet etti. Konuşmalar falan...

Konser ve sanırım başka etkinlikler de var. Commomoriation Week (Anma Haftası) buradaki tarihi köprüleri yapan mimarları anmak amacıyla düzenlenmiş.

Konuşma aralarında da dev ekranlardan reklam mıdır, tanıtım filmi midir, bazı görüntüler yayınlandı. Mesela yukarıdaki çizgi animasyon sık sık ekrana geldi.


Muhammed Esfahani

Sıkılmaya başladım. Oturduğumuz duvar da çok rahat değil. Nihayet İran'ın en ünlü pop sanatçısı çıktı. İlk birkaç şarkı sıkıcı mı sıkıcı. Sonrakiler belki güzeldir ama oturduğumuz yerden de rahatsız olduk. 3 ya da 4. şarkıda hadi gidelim dedik kalktık ve köprü altındaki sokak şarkıcılarını dinlemeye gittik.



Konserini sonuna kadar izlemediğimiz Mohammad Esfahani aslında hekimmiş. İran Tıp Fakültesi'nden mezun olmuş ama doktorluk yapmamış. İranlı ünlü şarkıcı Mohammad-Reza Shajarian ve onun en iyi öğrencilerinden biri olan Ali Jahandar'dan müzik dersi almış.



Eveet. Köprünün yanındaki, ünlü sanatçının konserini bırakıp, köprünün altına sokak şarkıcılarını dinlemeye geldik. Yanılmış olmamalıyız ki, bizim gibi pek çok insan da ünlü sanatçının konserini değil, sokak sanatçıarının konserini dinliyordu. Kalabalığa karıştık. Duvar kenarına dizilip, hünerlerini gösteren sokak şarkıcılarını dinledik. İyi de ettik.

Köprüaltı şarkıcılarını dinlemek için BURAYI tıklayınız.

Vakit geçiyordu. Otele döndük. Valizlerimizi alıp, taksiye atladık, dooğru Kavel Otobüs Terminali'ne. Otobüsümüz, tam da bilette yazdığı saatte, 00.15'te hareket etti. Bu kez en önde değil, bir arka koltuklardayız. Hemen uykuya geçtik. 7 saat yolumuz var. Sabah erken Şiraz'da olacağız ve ertesi günü uyuyarak geçirmemek için otobüste uykumuzu alıp, günümüzü de gezmeye ayırmalıyız.

Gece otobüs çok sıcak oldu. Rahatsız oldum. Kalkıp şoförün yanına gittim. Klimayı çalıştırdı. Gece bir kez mola verdik. Sonra uykuya devam. Sabah 07.00'ye 5-10 dakika kala Şiraz'daydık.

25 Nisan Pazartesi: ŞİRAZ


İsfahan-Şiraz otobüsle gece yolculuğu sona erdi. Otobüsten indik. Valizlerimizi almıştık ki, sırt çantalı bir delikanlı selam verdi. Adı Hasan Yorgun (nüfus memurunun azizliğiyle Yurğun olmuş.)  Kısaca tanıştık. O da 5-6 gündür ylollardaymış. Otele gideceğiz dedik, o çadırı sırt çantasında uygun bir yerde kamp kuracağını ve çadırda uyuyacağını söyledi. Ayaküstü sohbetin ardıdan ayrıldı. O yürüyerek çarşıya doğru gitti.

Biz yine Zafer Bozkaya'nın kitabına müracaat etmiş ve Arg Otel'i tercih etmiştik. Şiraz Otobüs Terminali'nde taksicilik biraz daha ciddi yapılıyor. Küçük bir gişeye gittik kadın görevliye Arg Otel'e gideceğimizi söyledik. 10 bin Tümen istedi. Verdik. Fişle birlikte, taksicilerin kimlik bilgileri ve fotoğraflarının olduğu kartı, sıradaki taksiciye verdi. Taksiye bindik, otele vardık.Taksiciyle ne pazarlık yaptık, ne para alışverişimiz oldu. O elindeki fişle akşama kadar kaç kez yolcu taşıdıysa ona göre hesabını alacak demek ki. Bu iyi bir yöntem. Hiç olmazsa kazıklandım, kazıklanmadım derdi yok.

Otele vardık. Resepsiyon ve lobi kalabalık. Alman turist grubu check out yapıyor. Resepsiyon görevlisi beklememizi istedi. Geçtik koltuklara oturduk. Bu arada Alman turistlerin bavulları, otelin önündeki tur otobüsüne taşınıyor. Gül fark etti. Ben de anında müdahalede bulundum...

Hooop, hooop... O valizler bizim...

Otelin meydancısı ortalıkta gördüğü tüm valizleri Almanların otobüsüne taşıyor. Gül'ün dikkati olmasa, bizim bavullar da Almanlar'ın otobüsüne konulacak, bir de bavul derdine düşecektik.

Almanlar'ın işi bitti. Sıra bize geldi. Resepsiyon görevlisi ancak saat 14.00'te otele giriş yapabileceğimizi söyledi. Bavulları emanete bırakıp, kent merkezini gezmeye çıktık.




Otel, turistik merkezlere ve tarihi çarşıya yakın. Resepsiyondan harita edindik ve yürümeye başladık. Hırdavatçıların falan bulunduğu caddeden yürüyüp, Vekil Pazarı denilen çarşıya girdik. Esnaf dükkanını yeni açmış,. temizlik ve düzenleme yapmakla meşgul. Tahran'daki gibi ama Tahran'dakinden daha güzel bir kapalı çarşıdayız. Burası da büyük ve birbirine bağlı sokaklardan oluşuyor. Çarşının içinde 5-10 dakika yürüdük ki, karşımızaü sabah Şiraz Otogarı'nda ayaküstü tanıştığımız sırt çantalı Hasan çıktı. Selamlaştık, çantası sırtında gezintiye çıkmıştı. Biz hiç olmazsa valizlerden kurtulmuştuk.  Beraber gezelim dedim. Kabul etti. Önceliğimiz kahvaltı.




İran'da, Türkiye'deki gibi kahvaltı kültürü yok. Öyle mis gibi sıcak çıtır simit nerdeee... Poğaça, börek bulmak da imkansız. Bulsanız bulsanız, şekerli kurabiye benzeri bir şeyler belki bulabilirsiniz.

Gezinirken çarşıdan çıktık, fırın benzeri bir yer aramaya başadık. Yolumuzun üzerinde kaldırımda, teneke barakadan bir çaycı vardı. Çayı da ibriğe demlemiş. Biraz ileride bir fırın var ama bizim damak tadımıza uygun bir şey yok. Bir bakkaldan lavaşa benzer ekmek aldık. Çay ocağına döndük. Çayları söyledik ama Hasan lavaş değil de başka bir şey yemek istediğini söyleyip, çantasını bize emanet ederek, başka bir fırın aramaya çıktı. O gelinceye kadar biz kuru kuru lavaş yiyip çay içtik.



İşte çaycımız. Ortalık biraz dağınık, pis ama çayı bulduğumuza şükredelim.



Kaldırım çaycısı aynı zamanda nargile de veriyor. Bir adam geldi, büyük bir ciddiyetle nargile tüttürmeye başladı. Fotoğrafını çekme talebimi de geri çevirmedi. Biraz sonra Hasan geldi, o da bir şeyler yedi, çay içti.

Kahvaltımız (kahvaltı denirse tabii) bitince geziye başladık. Yeniden kapalı çarşıya (Vekil Pazarı) girdik.



Vakit geçtikçe çarşı hareketlenmeye başladı. Esnaf temizliğini bitirmiş, güne hazır. Müşteriler de pazara gelmeye başladı.



Dükkanlarda baharattan renkli kumaşlara kadar her şey var.




İranlıların dışı siyah olsa bile en azından içlerinin, evlerinin renkli olduğunun göstergesi değil mi bu kumaşlar?




Çarşı Şiraz ekonomisinin ve hatta bölge ekonomisinin kalbi.




Hanımlar sabahı zor etmiş olacaklar ki, erkenden damladılar çarşıya ve alışverişe başladılar.



Yıllar önce bir haberde İran'da kadın iç çamaşırı satan dükkanların iç çamaşırlarını vitrinlerde sergilemelerinin yasaklandığını okuduğumu hatırlıyorum. Hem Tahran'daki Bazaar-ı Buzurg'ta, hem de Şiraz'daki Vekil Pazarı'da bu haberin doğru olmadığını veya yasağın kalktığını ya da tavsadığını gördüm. Dükkanlarda sütyen ve kadın külotları tezgahlara ve duvarlara konulmuş sergileniyordu.




Biraz daha gezdik, bir iç avluya kafamızı uzattığımızda güzel bir çayhane gördük ve geziye devam ettik. Sonradan aklımıza oraya dönüp çay içmek geldi ama labirent gibi çarşının sokaklarında, biraz önce gördüğümüz çayhaneyi ve o avluyu bulamadık. Başka bir avluya girdik ve bu Kaşgayi Türkü amcayı gördük. Turistlere poz vererek para kazanıyor. Ben de fotoğrafını çektim. Uzattığım 1000 Riyül'i beğenmedi, 5 bin Riyal istedi.

Avlunun üst katında bir kafe varmış. Çıktık çay içtik ama maalesef yine sallama çay.




Kafenin yan tarafındaki bu el sanatları ustasının dükkanının önünden geçerken Hasan'ın bir şey dikkatini çekti. Bu ahşap lobutlar (İsmi başka bir şey ama hatırlayamadım) ile İran'ın geleneksel bir sporu yapılıyormuş. Zorhane diyorlar.
Bu lobutlar aynı zamarda güreşçiler ya da başka sporlarla uğraşanlar için antrenman aletiymiş. Hakikaten ağırlar. Vücudun önünde ve ardında sallayarak, kolları, omuzları güçlendiriyorsun.

İşte bununla ilgili bir video. İzlemek için BURAYI tıklayınız.



Gezmeye devam.




Çarşı içinde güzel bir bakırcı dükkanı,.



Ve Şah Çerağ mescidi. Şiiliğin İran'daki en önemli kutsal mekanlarından birisi burası. Kadınlar ve erkekler için ayrı girişleri var. Kadınlara eğer çarşafları yoksa, orada hazır bulundurdukları çarşaflardan veriyorlar. Kapıda bizi bir görevli karşıladı. Hasan'ın kocaman sırt çantasıyla içeri girmesi mümkün değil. Yan tarafta bir emanet odası var. Çantayı alıp numara veriyorlar. Aklımıza geldi. Hasan'la bu mescidden çıktıktan sonra gezerken de çanta burada kalabilir miydi? Sorduk. Elbette kalabilir dediler. Ne zaman almamız gerektiğini sorduk. Dilediğiniz zaman dediler. Meğer burası 24 saat açıkmış. Bu Hasan için bulunmaz fırsat. Çantasız gezip, gece çadırını kuracağı zaman çantasını gelip alabilir.



İçeri girince, diğer kapıdan giren Gül'ü gördüm. Bu kıyafetteydi.




Kapıda bizi biraz beklettiler ve az sonra elinde telsiziyle bu genç rehber geldi. Azeri Türkü. Hem Türkçe, hem mükemmel İngilizce biliyor. Bizimle birlikte, bir Alman, bir Fransız ve bir Hollandalı'yı da ekibe dahil edip, bizi gezdirmeye ve bilgi vermeye başladı. Az sonra kadınlar için de bir kadın rehber gelecek. Kadınlar ayrı yerden girip, ayrı bölümlerde ibadet yapıyor ve ayrı bölümleri geziyor.




Mescidin güzel bir avlusu var. Türkiye'de mescit denilince küçük bir ibadethane akla gelir ama burası kocaman bir külliye aslında. Cuma namazları da burada kılınıyormuş Şiraz'da.





Ayakkabılarımızı girişte dağıtılan plastik poşetlere koyup, yanımıza aldık ve içeri girdik. Rehberimiz Ali kah İngilizce, kah Türkçe bilgi aktarıyor. 12 İmam'dan, 7. İmam Musa'nın oğlu, 8. İmam Ali Rza'nın kardeşi Hazreti Seyyid Ahmed'in türbesi buradaymış. 835 yılında öldürülmüş ama mezarı 200 yıl sonra bulunmuş ve mezarının bulunduğu bu yere türbe ile mescid yapılmış,

Şah Çerağ, Işıkların Şahı manasındaymış. Şiiler içinçok ama çok önemli bir ziyaret merkezi. İçeri girdik. Namaz kılanlar, türbeye yüz sürüp gözyaşı dökenler var. İrandaki cami ve mescitlere girdiğimde bir şey dikkatimi çekti. Bir sandıkta, açık kahverengi, 4-5 santimetre çapında taşlar var. Namaz kılmak isteyenler bu taşlardan alıyor ve secdeye eğildiklerinde alınlarının halıya değeceği noktaya bu taşı koyuyorlar ve secde anında alınmları bu taşa temas ediyor. Namaz kılan herkesin 1 metre kadar önünde bu taşlar duruyor. Namaz bitince de alıp, sandığa geri koyuyorlar. Bu taşa secde taş ya da Kerbala taşı deniyormuş ve de bugün Irak topraklarında kalan Kerbela'dan getiriliyormuş.





Kadınlar ayrı bir bölümde ibadet ediyor.




Bu küçük kız da annesiyle birlikte ziyarete gelmiş. O da hicap gereği örtünmüş.




Mescidin ve türbenin içi küçük küçük yüzbinlerce belki de milyonlarca cam ayna ile süslenmiş. Renk renk ışıkların aksetmesiyle de müthiş bir görünüm oluşuyor. Adeta insanı büyüleyici bu ortamda türbeye yüz sürenleri, dua edenleri ve göz yaşı dökenleri görüyorum. Türbe ve mescid ziyaretini tamamlayanlar da arkalarını dönüp çıkmıyorlar, geri geri kapı dışına kadar gidip öyle çıkıyorlar.




İşte insanı büyüleyen ortam...



Rehberimiz Ali bize ilginç bir bilgi verdi. Tesadüfe bakın ki, bugün, burada türbesi bulunan Hz. Seyyid Mir Ahmed'in ölüm yıldönüymüş ve biraz sonra Ahmed'i anmak üzere bir tören düzenlenecekmiş. Hani Kerbela olaylarının yıldönümünde düzenlenen törenlerden. Erkekler sırtlarına zincirle vurarak, Kerbala'da katledilenlerin acısını yaşayacak, kadınlar da elleriyle sinelerini tokatlayarak, o acıyı hissedecekler.

Dün Ermeni Kilisesi'nde bir gösteriye tanık olmuştuk.. Bugün de böyle bir törene. Çok mu şanslıyız ne?

Bir gezgin için bulunmaz şeyler bunlar. Binayı, müzeyi, camiyi, kiliseyi herkes, her an görebilir ama yılda bir kez düzenlenen ve gezdiğiniz kentteki insanların yaşamlarında önemli yer tutan bayram, seyran, yas, anma, miting, gösteri gibi  olaylara tanık ollmak herkese kısmet olmaz.

Seyahatlerimde hep arka sokakları görmeye önem vermişimdir.. Eğer kent meydanında geziyorsam da mutlaka gösteri, miting, protesto gibi toplumsal eylemlerin içine kadar girer, gözlem yapar, fotoğraf çekerim.




Şiraz gezi arkadaşımız Hasan Yorgun.



Ve rehberimiz Ali haber verdi. Tören başlıyor. Avluya çıktık. Asker (muhtemelen de acemi asker) oldukları belli erkeklerler siyah cübbeler giymişler, altlarındaki kamuflaj pantolon görünüyor. Ellerinde zincirler, kocaman bir davuldan verilen ritim sesi eşliğinde zincirleri sırtlarına vuruyorlar. Görülüyor ki, bu gösterinin eğitimi yapılmamış. Ritim ve vücut hareketlerindeki farklılıklar ahengi bozuyor.




100-150 kadar asker hoporlörden yayınlanan dua ve davuldan çıkan ritim sesiyle sırtlarını zincirleye zincirleye yürüyüp avluyu dolaştılar. Onların arkasından da yine bir bölük asker, aynı ritimle göğüslerine avuç içleriyle vurarak, Abbasi Halifesi Ma'mun'un adamları tarafından öldürülen Hz. Seyyid Emir Ahmet için gözyaşı döktüler. Geçit törenini izleyenler de sinelerini döverek, gözyaşları döküyorlardı.






Sırtını zincirle dövenlerin yanı sıra, bazı askerler de siyah renkli üzerinde yazılar bulunan bayrak ya da flamaları taşıdılar.







Bu grup asker de sinelerini döverek geçtiler.



Gül ve rehberi...



Yaklaşık 40 dakika süren törenin ardından bando takımıyla fotoğraf çektirdik.




Her çarşıda mutlaka baharatçı dükkanı var.




Şah Çerağ'dan çıkıp yürümeye başladık. Çok güzel bir sokak. Ancak sokağın her iki yanına bırakılan motosikletler güzel bir fotoğraf çekmemize mani oldular.



Vekil pazarının arkasında bir başka sokak.




Tarihi sokaklar,. adeta film platosu...



Derken bir hamam. Tarihi hamama giriş ücreti de 20 bin Tümen.... Zaten kapıdan kafamızı uzattığımızda içeride ne var ne yok gördük. Fotoğrafını çekip, ücret ödemeden çıktık.



İran kilimleri, halılarıyla ünlü. Dükkan önünde sergilenen kilimler, halılar.... Bir yandan da vakit geçiren esnaf.


İşte o hamamın girişi.



Bir başka kilimci dükkanı.



Ve burası da Kerim Han Kalesi. Bir diğer adı da (Arg-e Shiraz.) Tamamen tuğladan örülmüş kalenin bu burcuna dikkat edin. Aşağıda (5 fotoğraf sonrası) bir diğer fotoğrafta daha iyi göreceksiiz ki, Kalenin 4 köşesindeki burçlardan, önünde fotoğraf çektirdiğimiz bu burç, aynı İtalya'daki Pisa Kulesi gibi eğik. Hem de baya baya eğik. Sonradan düzeltmek istemişler ama beceremiş olmalılar ki, öylece bırakmışlar.




Kentin tam ortasındaki bu kale, savunma amacıyla yapılmış ve bana göre çok da güzel yapılmış. Şah zamanında bir ara cezaevi olarak da kullanılmış. Kalenin etrafı geniş, hatta bir tarafı park. Bir kaç da heykel var.




İran halısı, kilimi çok ünlü ya... İşte bunu simgeleyen bir heykel. Adam rulo haline getirilmiş kilimi sırtlamış; afacan mı afacan bir çocuk da adamın omuzuna çıkmış, kaydırak oynuyor. Bu yüzden halıyı kaldırmakta güçlük çeken adama Gül ve ben yardımcı olduk :)




Kalenin çevresini yürüyerek geziyoruz. Derken 20-25 çocuk. Başlarında da öğretmenleri. Hangi amaçla buradalar bilmiyorum ama aynen bizdeki gibi ergen gençleri zaptetmek kolay değil. Öğretmenlerini takmıyorlar ve hemen her şeyi makaraya almak, şamata yapmak için hazırlar. Bildikleri bir kaç İngilizce sözcükle sohbet edip, fotoğraf çektirdik.




Fotoğraf makinemi, Hasan aldı. İran'da trafikte çok dikkatli olmak gerektiğini yazmıştım ya... Dikkatimizi hala dağıtmadık ve yolun karşısına Gül ile birlikte geçerken, birbirimizin elini tutup, dikkatlice geçiyoruz.



İşte Pisa Kulesi gibi eğik olan burç. Demek ki, kalenin etrafındaki turumuzu tamamladık ve başladığımız yere döndük.



Önümüze turizm bürosu çıktı. Hasan, nerede çadır kurup geceleyebileceğini sordu. Biz de müzeler hakkında bilgi aldık. İşte Şiraz'daki müzeler ve bahçelerin açılış-kapanış saatleri ve giriş ücretleri.



Kerim Han Kalesi'nin eğik kulesi önünden son fotoğraf.




Turizm bürosunun ardından, konaklayacağımız Arg Otel'e yürüyoruz. Otele giriş işlemimizi yaptırıp, oradan İrem Bağları'na gideceğiz.




Yolda gördüğümüz bu Mercedes marka kamyon hala çalışıyor.



Otele giriş işlemlerimizi yaptırıp, otelin önünde taksi beklerken, beyaz bir otomobil durdu. İran'da sarı ve yeşil taksilerin yanı sıra, vatandaşlar da özel otomobilleriyle taksicilik yapabiliyorlar. İrem Bağları'na gideceğimizi söyledik ve 10 bin Tümen'e anlaştık. Çok ama çok güzel bir park. Park ama girişi ücretli. Burada da İranlılar 3 bin, hariciler (yabancılar veya turistler) 20 bin Tümen ödüyor. Hasan, İran seyahatinden önce Farsça çalışmış. İranlı gibi gişe önüne gidip, 3 bilet aldı. 9 bin Tümen ödedik. Fakat kapıdan girişte, bilet kontrolü yapan adam yemedi. Hasan'ı değil ama bizim İranlı olmadığımızı fark etti. Bu biletler olmaz dedi. Döndük, Gül ve kendim için 40 bin Tümen ödeyip 2 bilet aldım. Fakat bu kez Hasan'dan hiç bilet istemediler. Sanki o bizim rehberimizmiş gibi o ücretsiz girdi içeri.

Hasan sağlık personeli. Sırt çantalı gezginlerden. Backpacker olarak adlandırılan sırt çantalı gezginler, paraları olmadığından değil ama mümkün olan en az maliyetle en çok ülkeyi, şehri gezme konusunda kararlıdırlar. Otellere para vermezler, çadırda kalırlar ulaşıma para vermezler, otostop yaparlar. Eğer genç olsaydım mutlaka tek başıma sırt çantamla uzun bir seyahate çıkmayı çok isterdim.

Not: Tahran, İsfahan ve Şiraz'daki parkları, yeşil alanları görünce, Tükiye'de şehirciliğin, belediyeciliğin bu konuda sınıfta kaldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hiç bir belediye başkanı, kentindeki, kişi başına düşen yeşil alan miktarıyla övünmesin. İran gibi bir coğrafyada, o iklimde öylesine geniş, güzel parklar, yeşil alanlar yapmışlar ki, imrenmemek elde değil. Caddeler de öyle. Caddelerin her iki yanı ve ortadaki refüj yemyeşil ağaçlarla donatılmış




İrem Bağı hakikaten güzel. Şırıl şırıl sular akıyor ve gölgeler serin mi serin. Ama, gün bitmeden daha çok gezmek lazım. İranlı iki genç kız selfie yapıyor. Hasan'dan fotoğraflarını çekmelerini istediler. Kızlar şen şakrak, cilveli mi cilveli. Hasan otoğraflarını çekip, yanımıza geliyordu ki, "Hasan bize bakma, bu kızlarla arkadaş ol, belki evlerine davet ederler"dedim. Sözüm ona espri ama hiç de belli olmaz. Çünkü İranlılar'ın "Bize gidelim" daveti çok yaygın. Hasan bir anlık tereddütten sonra geri döndü, kızlarla konuştu ama o kızlar da turistmiş. Yerli turist. İran'ın başka bir şehrinden gelmişler ve kalabalık bir grupla geziyorlarmış. Nitekim o grubu az sonra gördük.



İrem Bağları'nı da gezdik....

Hasan bir yandan geziyor, bir yandan da şarjı tükenmekte olan telefonuna sık sık bakıyor. Çünkü Şirazlı Couchsurfingerler ile haberleşiyor. Yazıştığı Couhsurfingcilerden biriyle Azadi Park'ta buluşmak için sözleşti. Hep beraber İrem Bağları'ndan çıkıp 2 kilometre kadar yürüyerek, Azadi Park'a gittik. Gül hemen kendini çimenlerin üzerine attı. Hasan telefonunu şarj edeceği bir yeri ararken, genç bir kız ile bir kadın telefonla konuşa konuşa bize doğru geliyor. Hasan'a işaret ettim. Buluşacağı Couchsurfinger bu kız olmalı. Nitekim doğruymuş.



Tanıştık. Genç kız Şeyda Karamed. (Shayda Karamad.) Şeyda 23 yaşında. Tiyatro oyuncusu. Çok iyi İngilizce biliyor. Kaşgayi Türkü ama Türkçe konuşamıyor. Yanındaki annesi Feriba Sohrabi.

Not: İran'da kadınlar evlendiklerinde kocalarının soyadını almıyor. Babalarının soyadını kullanmaya devam ediyor ama çocuklar babalarının soyadını alıyor. Bu yüzden anneler ve çocuklarının soyadları farklı oluyor.

Feriba Hanım, 1 aydan beri Türkçe kursuna gidip, atalarının dilini öğreniyormuş. Epeyce de ilerletmiş. Zaten, bir çok kelime ortak...

Feriba Hanım örnek verdi.:

Mesela siz kaş diyorsunuz biz gaş diyoruz. Siz tuz diyorsunuz biz duz diyoruz. 


Bu benzerlikler var ama birbirimizle ana dilimizi konuşarak anlaşabilmemiz mümkün değil.

peki, kaşgayi veya kaşkayi sözcüğünü bir yerden anımsıyor olabilir miyiz?

Evet doğru hatırladınız. Bu bir otomobil modeli. Nissan, SUV tipi modeline 8-10 sene kadar önce Qashqai ismini vermişti.

İşte o Qashqai , Kaşkayi Türklerinden geliyor.

İran'ın Güneydoğusu'nda Şiraz çevresinde yaşayan Kaşkayi Türkleri'nin büyük bölümü hala göçebe olarak yaşamlarını sürdürüyor. Yazları Şiraz'ın yaylalarında, kışları da Basra Körfezi ovalarında hayvancılık yapıyorlar. Göçebe ve gezgin ruhlu olduklarından, Nissan SUV tibi aracına onların adını vermeyi uygun görmüş.

Şiraz'da çokça karşılaştığımız Kaşkayi Türkleri'nin ana dilleri Kaşkay Türkçesi. Dini inançları Müslüman Şia.

Not 2: Dini inanç demişken bir gözlemimi de aktarayım. İran'da özellikle de eğitimli gençler arasında ateizm hızla yayılıyor. Dinini, mezhebini sorduğumuz bir çok genç, "Şia'yım ama sadece kökenim öyle. Ben aslında ateistim" diyebiliyor.
İran'ın kuzeyindeki kentlerde ne kadar çok Azeri Türkü gördüysek, güneyde de çok sayıda Kaşkayi Türkü ile karşılaştık. Kaşkayiler. İran'da Azeri'lerden sonra en büyük ikinci kalabalık Türk nüfusuna sahipler.




İşte göçebe Kaşkayi Türkleri'nden adını alan Nissan Qashqai

 

Yayıldığımız çimlerin üzerinde sohbet koyulaştıkça koyulaştı. Gül ve ben Feriba Hanım ile Türkçe konuşuyoruz. Hasan ile Şeyda (Yeşil başörtülü) İngilizce sohbet ediyorlar. Az sonra yanımıza Şeyda'nın oyunculuk yaptığı tiyatronun yönetmeni de (Sol başta) geldi.

Bugün epey yol yürüdük. Çok gezdik, çok yer gördük ama yorulduk. Biz geceyi Arg Otel'de geçireceğiz. Hava kararmak üzere ama Hasan'ın nerede yatacağı hala belli değil. Sırt çantası Şah Çerağ'ın emanet ofisinde kaldı. Dert değil. Nasılsa 24 saat açık. Dilediği saatte gidip alabilir.

Biz izin istedik. Otele dönüp yatacağız. Yarın da Persepolis'e gideceğiz. Hasan Şeyda ve Feriba Hanım ile kaldı. Biz Gül ile kalktık. Vedalaştık.

Önce bir lokantada yemek yedik. Yanımızda İran Riyali azalmıştı. Bir döviz bürosu sorduk. Meydan-ı Şahadet yani Şehitler Meydanı'nda döviz bürosu (İranlıların deyimiyle sarraf) varmış. Baktım yanımda taksiye verecek kadar dahi İran Riyali yok. Var zannediyordum ama sonradan dikkatlice baktım ki, 100.000 Riyal zannettiğim banknotlar meger 10 bin Riyal imiş. 2 adet 10 bin Riyal bizim paramızla 2 lira bile etmiyor. Otobüse binelim istedikb. Sorduk ki, iki aktarma gerekiyormuş. Yürümeye karar verdik.

Şık bir caddede 30 dakika daha yürüdük. Bir döviz bürosu bulduk. 50 Dolar ile 100 Euro uzattım. Döviz büfesinin sahibi nereli olduğumuz sordu ve TL yok mu dedi. Var dedim. 100 Euro yerine 400 TL uzattım, bir tomar Riyal aldım.

Çıkışta kavşakta taksi durağı gördüm. Taksicilere yarın bizi Persopolis'e kaça götürebileceklerini sordum. Aralarında konuştular birisi 70 bin Tümen istedi. Hesap ettim. 56 TL falan. 60-65 kilometrelik yolu götürecek ve geri getirecek. Çok değildi ve bu kez pazarlık etmeye lüzum görmedim.

Şoförden telefonunu istedim. Yarın kahvaltıdan sonra otelin önüne çağıracaktık. O birisine telefon etti. Telefonda, Türkçe konuşan arkadaşı vardı. Onun tercümanlığıyla, tekrar teyitleştik ve telefon numaralarını kaydedip, bizi ertesi gün Persepolis'e götürecek taksiciyle Arg Otel'e geldik.

Taksicinin istediği ücret çok değildi ama yine de resepsiyondaki görevliye sorayım istedim. Persepdlis'e taksi ücreti ne kadar diye sordum.

Görevli., kendilerinin de sabah 08.00'de Persepolis'e tur düzenlediklerini, kişi başı 30 Dolar'dan 60 Dolar'a Persepolis'e yol+rehber+giriş bileti ücretinin yeterli olacağını, taksiyle gitmemiz halinde 35 Dolar taksi artı 20 Dolar bilet ücreti ödeyeceğimizi, aradaki 5 Dolar'ı da rehberlik hizmetine saymamız gerektiğini anlattı.

Biz taksiyle zaten 25 Dolar'a anlaşmıştık ve ayrıca da sabah 08.00 bizim için çok erkendi. Çünkü çok yorgunduk. Bir gün önce de İsfahan-Şiraz otobüs yolculuğu yapmıştık. Biraz geç kalkıp uyumak istediğimizi söyledik. Resepsiyonist saatini gösterdi, sabah 08.00'e daha 10 saat var, uyursunuz dedi ama bizi ikna edemedi.

Sabah Persepolis'e gideceğiz. Akşama da Tahran uçağına yetişeceğiz.

Erkenden yattık.

Hiç yorum yok: